
Hz. Adem’le başlayan bu büyük mücadelede geçerli olacak tek ve gerçek üstünlük, kimsenin iktidarı, makamı, mevki, parası, teknolojisi değil Mutlak Galibe olan yakınlığı; yani takvasıdır. O’ndan başka güce ve otoriteye tabii olanların onlarca yıllık hesap ve planlarının bir gecede çökmesi de bunun en açık delilidir.
Geçen sene 16 Temmuz sabahı tankların önünde, kurşunların altında sevki ilahi ile her türlü korkuyu aşan, birbirlerine tutunan ve Allah’a sığınan binlerce kişi, sabah vakti girdiğinde, yanındaki kardeşlerinin kanları daha yerde dururken memleketin her yerinde bölük bölük namazlarını cemaatle kılmaya başladılar. Tüm gece üstlerine zulüm yağdıran katillerin birkaç metre ilerdeki tank ve silahlarına, üstlerinde uçan çelik canavarlara bundan daha büyük bir meydan okuma düşünülemezdi. İşin o anda bitmiş olduğunu iki taraf da çok iyi anlamıştı. İmam olarak öne geçen kardeşimiz Ayasofya’da kılınan ilk namaz edasıyla birinci rekâtta okuduğu ayetlerle dünyanın gelen ve gelecek olan tüm Ebrehe’lerine bir mesaj veriyordu sanki:
“Sen Rabbinin fil sahiplerine neler yaptığını görmedin mi? Onların kurmuş olduğu tüm tuzakları Rabbin boşa çıkarmadı mı? Onların üzerlerine sürü sürü bir sürü kuşu musallat etmedi mi? O kuşlar onlara balçıktan pişirilmiş olan sert taşlar attılar ve sonunda onlar yenilmiş birer ekin yaprağı gibi kaldı.” (105 / Fil Suresi)
Rabbimizin kelamıyla verdiği mesajı almayı, yüzyıllardır beş vakit okunan çağrının anlamını bile çözememişlerden beklemiyoruz zaten. Onlar hâlâ devrim ve dönüşümlerin yakmayla, yıkmayla, kanla, karmaşayla olacağını zannededursun. Bu büyük direnişi sadece iktidarı ve birkaç kişiyi kurtarma senaryosunun oynandığı tiyatro olarak görenler; kişileri ve zamanları aşan hak mücadelesini anlayamayacaklar. Hatta eski baskı kalıplarında şekillenmiş bizim insanımızın bir kısmı bile; kukla ve oynatıcılarını zamanında teşhis edemedikleri gibi, o gecede sahada yaşayanların açtıkları çağı anlamakta da zorlanıyor.
Aslında herkes kendi imtihan sırrı içinde cüzi irade ve kısmetiyle takdir edilen rolü oynadı. Kimine şehitlik ve gazilik kimine katillik ve hainlik düştü. Kimi en azından o geceki şoku atlatıp hakkın tarafında yer alırken kimi de zalimlere ortak oldu. Kimilerinin vatan sevgisi artarken kimileri vatansız hale gelip mağdub ve dalaletteki efendilerine sığındılar. Kimileri de yüzyıllık şaşkınlık içinde ortada kalmaya devam ettiler.
Aradan bir sene geçtikten sonra bahis konusu herkes bundan sonrasında ne olacağının ve ne yapacağının derdinde. Hainler, zalimler ve şaşkınları bilmeyiz amma biz şimdi çok daha iyi anlıyoruz ki çağdaş ebrehelerin son haçlı ordusu durdurulmasaydı hedef tüm ümmet ve Kabe’ydi. Onları durduranlar ne iktidarın gücü ne asker ne de polisin silahları değil, ağzında taş yerine tekbir olan ebabillerdi. Rabbimiz; “Lâ galibe illallah’’ (Allah’tan başka galip yoktur) hükmünü, toplumun zahiren en zayıf, fakir, silahsız, mevki ve makamı olmayanlarıyla icra etti. Darbenin en üst düzey sözde generallerinden birini onlarca rütbeli koruma içinde halletmeyi bir kahraman astsubaya nasip ettirdi.
Hz. Adem’le başlayan bu büyük mücadelede geçerli olacak tek ve gerçek üstünlük, kimsenin iktidarı, makamı, mevki, parası, teknolojisi değil Mutlak Galibe olan yakınlığı; yani takvasıdır. O’ndan başka güce ve otoriteye tabii olanların onlarca yıllık hesap ve planlarının bir gecede çökmesi de bunun en açık delilidir.
Yukarıda bahsedilen sabah namazının ikinci rekâtında okunan ilahi ferman yine bize merak ettiğimiz bundan sonraki yol haritamızı işaret ediyor:
“Kureyş’e imkân sağlandığı için, Kışın ve yazın yolculuk etme imkânı sağlandığı için, Hiç olmazsa onun için bu Beyt’in (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler! Ki kendilerini açlıktan doyurdu ve onları korkudan emin kıldı.” (106 / Kureyş Suresi)
Bu davet tüm hayat verilenlere, eğer Allah’ın üzerimizdeki nimetini unutmazsak Allah’ın hakkı karşısında tüm hırs ve arzuyla meftun olduklarımızın bir hiç olduğunu görürüz. Ve ancak o zaman Allah’ın hakkını Allah’a teslim etmenin tek yolunun Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmak olduğunu anlarız.