“Böyle, sizin merak ettiğiniz gibi, kendi memleketi olan Adana’da dahî merak edilirmiş Sâmi Efendi. Hâlinin nâmı, ikâmet ettiği mahâlden çevre bölgelere, hatta uzaklara yayılmış.
Tenleri kara, göz, gönül ve kalpleri ak ve apaydınlık kardeşlerle, çevre duvarları yüksek bir evin bahçesinde oturuyoruz. Önümüzde ananas, papaye ve muz, muhabbeti demliyoruz. :)
Tam anlaşmamızı sağlayacak ortak bir dilimiz yok; oradan, buradan, şuradan konuşuyoruz ama kalplerimizin arasında, âhenkli bir sevgi akışı var.
Henüz yeni tanışıp kaynaşmanın içerisinde bir sohbet havasındayken, memleketim soruluyor, Türkiye’deki şehrim.
“Adana.” diyorum. “Adana, diyebilirim. Orada doğduk, büyüdük, yedik-içtik, yaşadık.”
İçlerinden, İstanbul’da bulunmuş hatta kifâyet miktarınca Türkçe’si de olan biri, “Aaaa,” diyor, “Sohbetlerde ismini andığımız Sâmi Efendi de oralı değil mi?”, deyince, “Evet.” diyorum, “Orası.”
“İstanbul’dayken de duyduk ama mübâreği bir de siz anlatsanız.” diyor bu sefer o güzel arkadaş.
Aklıma tam da o an, Hâfız Yusuf amcadan dinlediğim bir hâtırâ geliyor ama sızlanıyorum. :)
“Zor yâhu.” diyorum, “Sâmi Efendi’yi anlatmak zor biraz.” Sonra, bu içerisinde naz aromasını da barındıran tavrı biraz da ivedi olarak terk edip, sözlerime devam ediyorum:
“Böyle, sizin merak ettiğiniz gibi, kendi memleketi olan Adana’da dahî merak edilirmiş Sâmi Efendi. Hâlinin nâmı, ikâmet ettiği mahâlden çevre bölgelere, hatta uzaklara yayılmış. Onu tanımak, görmek, sohbetinde bulunmak için uzak-yakın birçok yerden insanlar ziyârete zaman kollar olmuşlar.
Böyle, uzaktan uzağa, duya duya, hissede hissede, henüz kendilerini görmediği hâlde Sâmi Efendi’ye hayranlığı baş göstermiş bir bey amca, nihâyet günün birinde, Hazret’in bulunduğu meclise getirilmiş.
Ortam kalabalığında, biraz da telâşlı, kendisine yardımcı olanlara, Sâmi Efendi’nin, orada bulunanların içerisinde hangi kişi olduğunu sormuş. Göz ucuyla göstermişler, “İşte, şu karşıdaki zât.” demişler. Demişler, demişler ya, o an enteresan bir şey yaşanmış. Bey amca, uzun zamandır beden tenceresini muhabbetiyle fokurdattığı Efendi Hazretleri’ni göz ve gönül gözüyle temâşâya tâkat getiremeyerek, olduğu yere düşmüş, bayılmış.”
Ülkemden, yurdumdan çok uzakta, tepemizdeki güneşin bedenimize olan tesirine aldırmadan, gözlerimi kısıp uzaklara, çook uzaklara dalıyorum birden. Gözlerin, böyle dalıp dalıp gittiği o uzaklar nerelerse, dünyanın neresinde olursanız olun, hassas anlarda sizi kendisine yolcu yapıveriyor.
“Zor işte abi. Sâmi Efendi’yi anlatmak zor.” diyorum. “Mübârek, bundan 40 sene kadar önce buraları işâret etmiş. ‘Güney Afrika bölgelerine de gidilse, oradaki kardeşlerimizle de buluşulsa, eserlerimiz oralara da ulaşsa’, diye gönüllerinden geçirdikleri karşısında, ilk olarak merhum Mûsâ Efendi uçmuş gelmiş buralara. Hattâ öyle ki, merhum Sâmi Efendi, âhir zamanda, bu kutlu yolun yolcularının daha çok siyah tenli kardeşlerden müteşekkil olabileceği murâdını zikretmiş.”
Bakıyorum, anlatılanları muhabbet ve aşkla dinleyen gözler var karşımda. Hamd ediyorum Rabbime. Tepebağ Mahallesi’nin sokaklarından, Afrika’ya, dünyanın dört bir yanına uzanan, kıt’aları içerisine alan bu hâlenin -inşallah- kıyısında, kenarında bulunabilme şerefi için şükrediyorum.
“Anlatın lütfen, devâm edin.” diyor o arkadaş yine. “Hay sizin Türkçe’nizi seveyim, ne kadar naziksiniz.” diye takılıyorum O’na. Ve bir hâtırâ daha anlatıyorum:
Dolmuşla gidilecek bir ilçede Sâmi Efendi’nin sohbetini haber alan ve oraya gitmek için yola çıkan yine bir amcaya, tam araca binmek için adımını attığı sırada, oğlunun, fecî bir kazâ geçirdiği, motorsikletle bir aracın altına girdiği haber verilir. “Nedir durumu?” diye sorar, “Âcile kaldırdık, bakıyorlar.” derler. “Benim, onun için şu an yapabileceğim bir şey yok. Ama Sâmi Efendi’nin sohbeti bir daha ele ya geçer, ya geçmez, dönüşte giderim yanına inşallah.” deyip, araca biner, sohbete gider.
Ortamdakilere tercüme ile aktarılan bu anlattıklarımın, gönül kesemin harca harca bitmez sermâyesi olarak, hayâtıma nakşolması duâsıyla bitiryorum sözlerimi. Sene-i devre binâen, bir Fâtihâ istirhâmıyla.