Halk arasında bugünlerde çok dolaşan üç tane kıssa var. Anonim olan bu kıssaları kendi ifadelerimle yeniden derledim. Bugünlerde anlamlı olacağını düşünerek GENÇ okurlarının istifadesine sunuyorum.
Yaralı Kuş
Bir gün yaralı bir kuş Hz. Süleyman Aleyhisselam’a gelerek, kanadını bir dervişin kırdığını söyler.
Hz. Süleyman, dervişi hemen huzuruna çağırtır.
Ve ona sorar:
“Bu kuş senden şikâyetçi, neden kanadını kırdın?”
Derviş kendini savunur:
“Sultanım, ben bu kuşu avlamak istedim. Önce kaçmadı, yanına kadar gittim, yine kaçmadı. Ben de bana teslim olacağını düşünerek üzerine atladım. Tam yakalayacağım sırada kaçmaya çalıştı, o esnada kanadı kırıldı.”
Bunun üzerine Hz. Süleyman kuşa döner ve der ki;
“Bak, bu adam da haklı. Sen niye kaçmadın? O sana sinsice yaklaşmamış. Sen hakkını savunabilirdin. Şimdi kolum kanadım kırıldı diye şikayet ediyorsun?”
Kuş kendini savunur:
“Efendim ben onu derviş kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım. Avcı olsaydı hemen kaçardım. Derviş olmuş birinden bana zarar gelmez, bunlar Allah’tan korkarlar diye düşündüm ve kaçmadım.”
Hz. Süleyman bu savunmayı doğru bulur ve kısasın yerine getirilmesini ister.
“Kuş haklı, hemen dervişin kolunu kırın” diye emreder.
Kuş o anda:
“Efendim, sakın öyle bir şey yaptırmayın” diyerek öne atılır.
“Neden?” diye sorar Hz. Süleyman.
Kuş sebebini şöyle açıklar:
“Efendim, dervişin kolunu kırarsanız, kolu iyileşince yine aynı şeyi yapar… Siz en iyisi mi, bunun üzerindeki derviş hırkasını çıkartın… Çıkartın ki, benim gibi kuşlar bundan sonra aldanmasın.”
Kıssadan Hisse
Bu kıssa bize insanları görüntüleri ile değerlendirmememiz gerektiğini zira nice masum görüntülerin arkasında en kötü hilelerin gizli olabileceğini öğretiyor. Nitekim yüce dinimizi istismar eden birçok seviyesiz insan, bu istismarını dini simge ve sembolleri kullanarak yapmaktadır. Kuzu postuna girmiş canavarlardan Allah cümlemizi korusun.
En Büyük Tehlike
Dişi kurt, düşmanlarından özenle gizlediği yuvasında, minik yavrusuna ilgiyle bakıyor, onu sütüyle besliyordu. Kırkıncı günün sonunda artık ona yavaş yavaş av hayvanlarının etlerinden koklatmaya, ufak ufak da onlardan tattırmaya başlamıştı.
Baharın da gelmesiyle birlikte anne kurt, yavrusunu hayata hazırlama vaktinin geldiğini düşündü. Yavrusuna hayat tecrübelerini aktarmak amacıyla onu bir kır gezisine götürmeye karar verdi.
Korkak ve ürkek adımlarla dışarı çıkan yavrukurt yuvadan ilk defa ayrıldığı için çok heyecanlıydı. Fakat bu çekingen ve ürkek hali uzun sürmedi, Yeni ortamına hemen ayak uydurdu. Kah hopladı, kah zıpladı, kah koştu, kah yuvarlandı kırlarda. Güzel havanın ve tabiatın tadını çıkardı.
Yürüyüş esnasında annesi: «Şu çiçektir, şu kuştur, şu da böcektir vs.» diye ona bazı açıklamalar yapıyor, onu hayattaki bazı tehlikelere karşı uyarıyordu. Yavrukurt ise yeni bir şeyler öğrenmenin mutluluğu içerisinde, ilgiyle annesini dinliyordu.
Kısa bir gezintiden sonra anne kurt yönünü kayalıklara doğru çevirdi. Ona hem kayalıklarda yürümeyi hem de düşmanlarına karşı gizlenmeyi öğretmek istiyordu. Anne ve yavrusu birlikte bir kayanın arkasına saklandılar. Ovaya doğru bakarlarken yavrukurtla annesi arasında şöyle bir konuşma geçti:
- Anneciğim, şu ovada sürü halinde gezen hayvanlar kim?
-Yavrucuğum, onlar koyunlardır. Onlar çok munis ve zararsız hayvanlardır. Onlardan korkmana, çekinmene gerek yok. Bizim besinlerimizi teşkil ederler. Biz onların etlerini yiyerek besleniriz.
-Peki, yanlarında duran eli sopalı adam kim?
-Yavrum o da koyunlara bakan ve onları koruyan çobandır. Onun elinde sopası olduğu için ona biraz dikkat etmelisin. O, sürünün öteki ucundan yanımıza gelinceye kadar biz kurtlar avımızı çoktan avlamış oluruz. Onun için ondan çok fazla da çekinmene gerek yok.
-Peki çobanın yanında duran, o bize benzeyen hayvan kim?
-Hah işte! O bize benzeyene çok dikkat etmelisin! O çobanın köpeğidir. Bizim en büyük düşmanımızdır. Bize benziyor diye sakın ona aldanmayasın. O bize benzer, bizim gibi görünür ama fırsatını bulduğunda bize acımaz, dişlerini geçiriverir.
Kıssadan Hisse
Bu güzel kıssa bize görünüşe aldanmamamız gerektiğini öğretiyor. Öyle insanlar vardır ki bizim gibi göründüğü, bizim gibi giyindiği, bizim gibi davrandığı halde bizden değillerdir. Hatta bizim kullandığımız dini sembolleri kullanır, bizim kavramlarımızla konuşurlar. Cemaat derler, himmet derler, hizmet derler. Bu güzel kavramların hepsini suistimal ederler. Bazıları onların bize benzediğini düşünerek dürüst ve güvenilir insanlar olduklarını zannederler. Oysa onlar toplumun yüz karalarıdır.
Ajan ve provokatör karakterli oldukları için, bizim düşmanlarımızla dost olur ve onlarla iş tutarlar. Yahudileri, Hristiyanları dost edinir, Müslümanlara arkalarını dönerler. Diyalog ve hoşgörü adı altında dinimizi tahrif ederler. “Hizmet” adı altında hizmet ettikleri gizli istihbarat kuruluşlarının emriyle, tankları Müslümanların üzerine sürmekten bile çekinmezler. İşte bunlar bize benzeyen ancak asla bizden olmayan hainlerdir. Bizden görünerek aramıza girdikleri için en tehlikeli olanlar da bunlardır. Bunlara karşı çocuklarımızı ve gençlerimizi uyarmalı, onların şerlerinden toplumu korumalıyız.
Eğitim mi Cibilliyet mi?
Günlerdir Padişahın kafasını kurcalayan bir soru vardır. Acaba eğitim mi yoksa cibilliyet mi önemlidir? Gece gündüz bu soruyu kendi kendine soran Padişah bir türlü tatmin edici bir cevap bulamaz.
Bazen eğitimle en düzeysiz insanların bile adam olacağına kanaat getirir, bazen de tam tersine bir insanın karakteri ne ise onun değişmeyeceğine, insanın her zaman mayasının gereğini yapacağına inanır.
Padişahın bu soruya cevap araması aslında boşuna değildir. Devlet idaresini emanet edeceği memurları veya yöneticileri seçerken, eğitime mi yoksa cibilliyete mi önem vermesi gerektiğini kestirebilmek amacıyla bu soruya cevap aramaktadır.
Bu konuya epeyce bir kafa yorduktan sonra eğitimle birçok sorunun aşılabileceğine kanaat getirir. Ancak yine de kafasında hâlâ birtakım soru işaretleri bulunmaktadır. Bunları gidermek için baş vezirini huzura çağırtır ve ona sorar:
-“Vezirim söyle bakalım, eğitim mi önemlidir yoksa cibilliyet mi yani karakter ve maya mı?”
Vezir doğrusu bu konu üzerinde daha önce çok fazla düşünmüş değildir. Bir çırpıda:
-“Cibilliyet Padişahım” der.
Padişah ona eğitimin daha önemli olduğunu ispat edebilmek için bir plan hazırlar. Önce tellalı çağırtıp, bu ülkenin en iyi hayvan eğiticisini bulmasını ister. Tellal emredildiği üzere Padişah’ın talebini halka ilan eder:
“Ey âhâli duyduk duymadık demeyin! En iyi hayvan terbiyecisine yüz kese altın verilecektir.”
Ülkenin en iyi hayvan terbiyecisini bulan görevliler onu Padişahın huzuruna getiriler. Padişah sorar:
-“Bir kediye tepsiyle servis yapmasını ne kadar zamanda öğretebilirsin?”
-“Altı ayda öğretebilirim Padişahım.”
Altı ay geçtikten sonra Padişah vezirlerini ve devlet adamlarını huzuruna toplar. Hayvan eğiticisi ve kedi de hazır bulunmaktadır. Terbiyecinin talimatı ile kedi tepsiyi alıp servis yapmaya başlar. Kedinin bu yaptığını görenler şaşar kalırlar.
Padişah, vezire eğitimle nelerin başarılabileceğini göstermenin keyfi ile vezire bir kez daha sorar:
-“Eğitim mi önemlidir yoksa cibilliyet mi?”
Vezir bu sefer cevap vermekte acele etmez. Cebinden bir fare çıkartıp kedinin önüne bırakır. Kedi aldığı altı aylık eğitimi unutup fareyi kovalamaya başlayınca bu sefer vezir:
-“Cibilliyet önemlidir Padişahım” der.
Kıssadan Hise
İnsanın annesinden babasından gelen bir takım karakter özellikleri söz konusudur. Yani insanın bir cibilliyeti vardır. Eğitimle karakter çoğu zaman geliştirilebilir ancak bu da belli bir ölçüde olabilir. Eğer insanın mayasında erdemlere ve faziletlere dair bir şeyler yoksa onu ne kadar eğitirseniz eğitin yine de sağlam bir cibilliyete sahip olmaz.
Belki uzun zaman kendisini gizleyebilir ama eninde sonunda bir şekilde karakterinin, mayasının gereğini ortaya koyacaktır. Mesela yıllardır düzgün bir insan zannettiğiniz bir kimsenin, ufak bir menfaati söz konusu olduğunda neler yapabileceğine şahit olursunuz. Bir insanın cibilliyeti bozuksa ondan artık her türlü kötülük beklenir. Velev ki kendini kırk yıl boyunca hoca olarak lanse etmiş dahi olsa cibilliyetinde hainlik varsa eninde sonunda bunu ortaya döker.