
Konuşanlar:
ABDULLAH YALNIZ
SELİM TİRYAKİOL
DÜNYAYI ANLAMADAN DEĞİŞTİRMEYE ODAKLANIRSAK BAĞNAZLIĞA SAPLANIRIZ!
ünümüz gençliği çok sloganik ve fanatizan. Düşünmeden peşin hükümlerle hareket eden bir gençlikle karşı karşıyayız. Bu konuyla ilgili herkes bir teşhis yapıyor ama herhangi bir tedavi de sunulmuyor. Böyle büyük bir sorun var önümüzde?
Gençliğin sahip olduğu dinamizm her zaman aynıdır. Sadece Türkiye belli çalkantılar yaşamıştır. Türkiye’de gençlik çok uzun zamandan beri belli odakların, belli sistemlerin itelemesiyle öne çıkmış ve dinamizm kazanmış. Bugün o sistem gençliğin apolitize olmasını istemiş ve hakikaten de gençlik apolitize olmuş. Bütün bunlara rağmen gençliğin kendine has bir dinamizmi vardır. Yani gençler çivi gibi bakarlar, sivri bakarlar. Yaşlarının icabıdır. O enerjiyi hepsi meşrebince değerlendirir. Kimi kaligrafiyle, kimi sporla, kimi İslami ilimlerle, kimi çetelerle... Gençlerin sahip olduğu o enerji eğer kendi zeminini bulmazsa başka enerji odaklarının manyetik alanına çabucak kapılabilir. Bunu doğru-yanlış ya da bir nitelik sıralamasına koymaya gerek yok bence.
Peki, bu güdüm müdür aynı zamanda?
Tabii, kesinlikle. Türkiye’nin bardağını hangi el tutuyorsa Türkiye’yi çalkalayan da odur. Çalkalanan suya değil, Türkiye’nin bardağını hangi el tutmuş, ne yöne ve ne için çalkalamış ona bakmak lazım. Tabii bunu söylerken gençlik dediğimiz şey tamamen inisiyatifsizdir de demiyorum.
Gençliğin enerjisi heba ediliyorsa eğer, Amerika bunu sağcı solcu diye ayırarak seksen öncesinde yaptı. Ama bir de şunu söyleyeyim; gençler ekran insanlarının güdümüne girerek de enerjisini yanlış yere harcıyorlar bana kalırsa. Onların cümlelerini, düşünce kalıplarını tekrarlayarak genç olmaktan çıkıyorlar. Doğal olmayan suni mecralara giriyorlar. Bu sağda da var, solda da var. Bugün sol fraksiyonların içine bakın aynı şekilde davranıyorlar. Dünyayı anlamaktan ziyade dünyayı değiştirmeye odaklanmışlar. Marx demişti ki; “Filozoflar şimdiye kadar dünyayı anlamaya çalıştılar, oysa onu değiştirmek gerekir.” Şimdi bakıyoruz bütün gençler dünyayı değiştirmeye çalışıyor. Hayır ama Marx bunu söylediğinde dünyayı epey bir anlamıştı. Gençler önce birtakım şeyleri anlamalı. Anlamadan değiştirmeye odaklanırsak bağnazlığa saplanırız. Derinliği, anlamayı reddediyor ve değiştirmek için eline geçen bütün enstrümanları kullanıyor. Bu da ortaya bir şiddet, bir yüzeysellik ve gündelik yaşamda bir zevksizlik çıkarıyor.
Modern dünyada biz Müslümanların en büyük sorunu nedir sizce?
Fikirsizlik ve sanatsızlıktır. Oysa 1970’lerde fikir ve sanat dergileriyle başlamışlardı bu işe. Nereden anlıyoruz fikir ve sanatsızlık olduğunu? Şuradan anlıyoruz: Müslümanların eline para geçti ama bu parayla ne yapacaklarını bilemiyorlar. Bu para Müslümanların zevklerine ve fikirlerine yansımıyor. Tam tersine bu iki alanda geriye gidiş var. Bu çok büyük bir sorudur…
EDEBİYATA RIMBAUD’UN YAPTIKLARINA VE ŞİİRLERİNE HAYRAN OLARAK BAŞLADIM
Fikir ve sanat anlamında sizin “ilk üstadımdır” diyebileceğiniz bir kişi var mı?
Benim ilk üstadım, Fransız şair Arthur Rimbaud’dur. Fransızca bilmediğim için Türkçe’den okumuştum ama ben edebiyata Rimbaud’un yaptıklarına ve şiirlerine hayran olarak başladım.
İlk şiirle başladınız yani?
Şiirle başladım, şiirle de devam ediyorum aslında ama çok seyrek artık. Bir kitap olduğunda basarım tabi, niye kendime saklayayım ama şu an bir kitap hacminde değiller.
GELENEĞİMİZLE, YAŞANTIMIZLA İLGİLİ BİLDİĞİMİZ HER ŞEYI YENİ BAŞTAN DÜŞÜNMENİN ADIDIR VAROLUŞÇULUK
Kendinizi “varoluşçu bir mümin” olarak tanımlıyorsunuz? Ne anlamalıyız “varoluşçu mümin” kavramından?
Ben kendimi varoluşçuluğa yakın hissederim ama onlardan birisi değilim. Varoluşçuluğun bir tarafı benim ilgimi çekiyor; Sürekli karar verme arefesinde ya da arafta olma durumu. Bütün bunlar dinamizm sağlar insana. Örnek verecek olursak; Orucumuzu ezan başladığında mı açmalıyız yoksa orucu ne zaman açacağımızı tekrar düşünmeli miyiz? Bence ikincisi. Orucu tam olarak ezan Alllahuekber dediğinde açmaya inandıysak burada bir durağanlık başlıyor.
Ritüelleşiyor diyebilir miyiz?
Ritüelleşiyor, kabuklaşıyor, matlaşıyor, ölgünleşiyor ve biz onun anlamını kavrayamıyoruz. Ama gün doğumundan gün batımına kadar dediğimizde o sınıra ilişkin taze bir ilgimiz de oluyor aynı zamanda, taze bir coşkuya da yol açıyor. Orucun sınırını belirlemekle geçirdiğimiz o bir kaç dakikalık zihin eforu, bize oruçla ilgili ayrıca bir dikkat ve tazelenmiş bir merak da sağlıyor. Dolayısıyla bizim geleneğimizle, yaşantımızla ilgili bildiğimiz her şeyi yeni baştan düşünmenin adıdır varoluşçuluk. Bu teknik anlamda bir varoluşçuluktur. Yoksa ideolojik ve felsefi anlamda bir varoluşçuluk değil. Yani bireyin kararlarının öne çıktığı bir düşünme ve yaşama biçimidir.
Yani kendimiz keşfettiğimizde daha bir anlamlı mı oluyor?
İki kutuplu bir şey bu: Bir yandan sanatla, düşünceyle, edebiyatla dünyayı keşfetmek, bir yandan da simetrik bir biçimde kendi içimize doğru uzun bir yolculuğa çıkıp kendimizi keşfetmek.
MUHTEMELEN DEDİĞİMİZDE MUHAFAZAKÂRLIK VE GEREKSİZ KORUYUCULUK BAŞLAR
Batı şu ana kadar yüzlerce oryantalist yetiştirdi. Peki, biz batıyı her yönüyle tanıyan ve onu bir doğulunun gözüyle tahlil eden insanlar yetiştirebildik mi? Bu konuda ne kadar başarılıyız?
Çok az. Ve çoğu zaman bizim alimlerimiz onların oryantalistlerine göre daha az bilgi ve muhakeme sahibi.
Batıdan sanat, düşünce ve teknik anlamında yardım almak konusunda ne düşünüyorsunuz?
Ben biraz da bu olaylara teknik açıdan bakıyorum. Hiçbir kültür tek başına dışarıdan hiç bir şey almadan büyüyemez. Mutlaka dışarıdan katkı alır. Dışarıdan aldığı katkı kendisinden daha büyükse ezilir ve yok olur. Dışarıdan aldığı katkıyı dönüştürebilecek kadar güçlüyse gelişir. Felsefe ve düşünce de öyle. Biz felsefe ve düşünce olarak batıdan ya da doğudan hiç bir şey almadan ilerleyemeyiz. Mesela önümüzdeki on yıllarda Türkiye’deki yazılımcılar Hindistan’dan yardım almak zorunda kalacaklar. Kore’den teknoloji yardımı alacaklar. Çünkü orada birikmiş daha büyük bir bilgi var. Batıdaki de böyle.
Felsefe anlamında adamların başarılı hamleler yapmış olmaları bizim teknik anlamda onlardan yararlanmayacağımız anlamına gelmez. Şunu demek istiyorum; düşünce tekniği yardımı alabiliriz. Felsefe aslında aşağı yukarı bu demektir bana kalırsa. Yani kavram üretmek. Ne kadar kavramla düşünebiliyorsun? Neleri kafana takabiliyorsun? Örneğin bir ağacın etrafındaki düzenleme kafaya takılacak bir şey midir, yoksa önemsiz bir şey midir? O zaman biz diyoruz ki okullarımızda Refuj ve bahçe sanatları diye bir kol kuralım ve böyle bir düşünce biçimi gelişsin. Ne yaptık? Teknik olarak faydalandık. Yoksa Kanlıca’daki ceviz ağacının çevresini Fransa’dan yardım alarak düzenlemeyeceğiz. Böyle bir fikir geliştireceğiz. Bu hayatın çoğu alanına göre düşünülebilir. Dolayısıyla batıdan elbette yardım alınabilir ama bu ancak kendi kültürümüzün sonuçlarını, derinliğindeki asıl espriyi kıskançlıkla koruyarak yapılabilir.
Kültürümüz bizim koynumuzda bakmaya bile kıyamadığımız, kıskançlıkla koruduğumuz bir şey olmalı. Bunu bilmek çok önemli. Biz onu bilmediğimiz için batıdan gelen her şeye karşı şüpheyle bakıyoruz ve korkuyoruz. Çünkü kendi kültürümüzü çok iyi bilmiyoruz, onun esprisini kavramış değiliz, onun grameri kafamızda yok. “Muhtemelen bu böyle bir şeydir” diyoruz. Muhtemelen dediğimizde muhafazakârlık ve gereksiz koruyuculuk başlar. Ama iliklerimden yükseliyor, kokusu burnumda tütüyor dediğimizde o zaman batıdan daha çok şeyi daha çok isteyerek alabiliriz. Çünkü artık kendimize güveniyor ve kendimizin ne olduğunu biliyoruz.
KÜLTÜRÜMÜZDE SORUNDAN KAÇMAK DİYE BIR ŞEY YOK
Sanayi devriminden bu yana hızla makineleşen toplumların olduğu bir zamanda dünyaya geldik. Bu makineleşme ve modernleşme akımı farkında olan insanlara bir anlamda acı veriyor ve onları yalnızlığa itiyor. İnsan zaman zaman kalabalıklardan uzaklaşıp kendini dinlemek istemiyor değil? Sizin de hiç böyle dediğiniz oluyor mu?
Çok oluyor. İnsanın içinde tek başına bulunma isteği hiçbir zaman bitmez. Özellikle bizim gibi ruhlarını bir şeyler yazarak doyuran edebiyatçıların içinde bu duygu hiç bitmez. Şehrin modern anlamda geldiği noktadan korkmakta da haklıyız. Ama ondan kaçış da mümkün değil. Biz bilgeliği, erdemi onun içinde bulacağız, bulmak zorundayız. Hayattan kaçarak bulamayız. Buda gibi, Siddhartha gibi bir hayatımız olamaz, mümkün değil. Hakikat arayışımızı hayatın, halkın, sokağın yani kaosun içinde sürdümek zorundayız. Yalnız kalacaksak da orada yalnız kalacağız. Başka çaremiz yok.
Düşünce anlamında da öyle diyebilir miyiz? Yani ne yaparsak ne düşünürsek bu ortamda yapacağız, geliştireceğiz?
Kesinlikle. Bizim kültürümüzde sorundan kaçmak diye bir şey yok. Onun içinde, onunla birlikte yaşamak ve onu ıslah etmek var. Elbette peygamberimizin Mekke’den Medine’ye hicretinin bir anlamı bir esprisi var. Ama orada fizikî olarak İslam tamamen ortadan kalkacaktı, onu bilemiyoruz. Hakikatin duyurulması gerekiyordu ve orada bir strateji gerekiyordu. O ayrı bir şey. O yüzden hicret bizim güncel konumuz olmaması lazım diye düşünüyorum.