
Türkiye futbol pazarında müşteriye arz edilen en değerli mamullerden biriydi bu; teknik direktörü eleştirmek, yerden yere vurmak, futboldan anlamadığını, anlıyorsa bile bizim takımda asla başarılı olamayacağını anlatmak, söylemek, konuşmak…
Trabzonspor, 2009-2010 sezonuna Belçikalı teknik direktör Hugo Broos ile başlamış, -istisna sezonları saymazsak- her sene olduğu gibi birkaç hafta sonra yine çuvallamaya başlamıştı. Tabii bütün kabahat bu adı sanı bilinmeyen, nereden çıktığı belli olmayan, futboldan zerre kadar anlamayan (!) herifteydi. O günlerde henüz geride bıraktığı gençlik yıllarında amatör olarak futbol oynamış bir tanıdığımla karşılaşmıştım. Bana belki 15 dakika –zaman zaman tatbikî olarak- teknik direktörün yanlış tercih ve uygulamalarını anlattı. Sonlara doğru “bu senin bildiklerini 60 yaşında Avrupalı bir futbol adamı bilmiyor mu?” diye bir soru sordum. Bir an durakladı ve yarı istemsiz bir şekilde “biliyor” diye cevap verdi. Hâlbuki bir spor yazarı olarak benim yapmam gereken bu değildi. Açmaya çalışalım:
Türkiye futbol pazarında müşteriye arz edilen en değerli mamullerden biriydi bu; teknik direktörü eleştirmek, yerden yere vurmak, futboldan anlamadığını, anlıyorsa bile bizim takımda asla başarılı olamayacağını anlatmak, söylemek, konuşmak… İsterse dünyanın en başarılı teknik direktörü olsun. Hangi meslek erbabının yaptığı işi bu kadar rahatlıkla böyle bir aşağılamaya tabi tutulabilir? Herkes bir meslek sahibi ve iyi kötü işini yapıyor şu dünyada. Hangi hendeseden zerre nasibini almamış bir Allah kulu bir mühendisin eserine ağız burun kıvırabilir? Mühendis dağıtır değil mi o ağzı burnu?
Peki futbol dünyasında bir tane aklı başında adam çıkıp da neden “hanginizin antrenör diploması var da teknik adamları bu kadar rahat ve acımasızca eleştirebiliyorsunuz?” demiyor? Demez, diyemez. Çünkü “piyasa” koca bir pazarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Futbol sadece sahada oynanıp bitse, hakem son düdüğü çaldıktan sonra hakkında kimse tek kelime etmese neler olur (ya da olmaz), düşünebiliyor musunuz? O kadar televizyon programı, o kadar haber sitesi, o kadar gazete, o kadar yorumcu ne iş yapacak? Hem toplumun enerjisi de öyle tehlikeli ve alengirli alanlara gitmemeli, “zararsız” mecralarda değerlendirilmeli. Değil mi ya…
Yıllar önce bu köşede çıkan bir yazımızda futbola teknolojinin girmesini sorgulamış, futbolu yönetenlerin bu konuda son derece tutucu davrandığına işaret etmiştik. Mesela diğer bazı branşlarda çoktan uygulanmaya geçmiş olan çizgi görüntüsü teknolojisine futbol fena halde direniyordu. Bu çok büyük bir kolaylık olmaz mıydı? Olurdu tabii ama kolaylık istenmiyordu ki zaten. Topun çizgiyi geçip geçmediği en az bir hafta konuşulmalıydı. Taraftardan biri kendine haksızlık yapıldığını düşünmeli, öfkeyle dolmalı ve gelecekte intikamın alınacağı o büyük günü beklemeliydi. Kısacası futbol bir drama olmalı, mümkün mertebe hayata benzemeli, kitleler saflık derecelerine göre artan oranlarla futbolu hayatın yerine koymalı, gerçek hayatla da “ilgilenmesi gerekenler” ilgilenmeliydi. Bununla da kalmamalı, kitleler zamanlarının yanı sıra paracıklarını da ilgi alanlarına aktarmalı, o ilginin odağındakileri zengin etmeliydi. Bir futbol yorumcusu topluma ne katkı sağlıyor da 50-100 bin dolar maaş alıyor?
Bu tuhaf soruları çok uzun zamandır soruyorum. Ebediyete akıp giden zaman içinde suratıma aval aval bakanların nispi ve mutlak oranları ne yazık ki azalmıyor. O aval aval bakanlara istediklerini veren “spor yazarları” popüler oluyor, iyi paralar kazanıyor, seviyor seviliyorlar. Kim bilir, belki ben de büyüyünce akıllanır ve onlar gibi olurum.