
F. Hande Topbaş Kimdir?
1971 yılında doğduğu İstanbul hayatının merkezi oldu. Annesinin tuvallerinde renklerle tanıştı. Kalemleri ve çizmeyi çok sevdi. Rakamlar ve renklerden vazgeçemese de Kadıköy İmam Hatip Lisesi’nde fen bölümünün kaldırılması ve Türk eğitim sistemindeki engeller sonucunda Newport davranış bilimlerini bitirdi. Fırçanın büyüsüyle, simetrinin dans ettiği tezhip sanatına gönlünü kaptırdı. Zevk için yaptığı çalışmalar hocaları tarafından onaylanınca ders vermeye başladı.
Küçük yaşlardan beri hayallerini süsleyen geziler hayatında farklı kapılar açtı. Resmettiği uçaklar, gemiler ve hatta balonlar başka diyarlara taşıdı onu. İbn-i Battuta’nın yolculuğunu yapmak istese de İstanbul’daki kökleri salıvermedi. Tatillere sıkışan geziler, maceralar kimi zaman birkaç gün uzadı kimi zaman çocukların hastalığıyla yarım kaldı.
Artık kalem çizmiyor yazıyordu.
F. Hande Topbaş, dergimizin kadim yazarlarından. Gezi-Yorum köşesindeki yazılarıyla okuyucularını her ay başka bir diyara sürüklüyor. Yeryüzünde olabildiğince fazla yer keşfetmek onun en büyük tutkusu. İlk kitabı geçtiğimiz aylarda “Kuş Uçar Kervan Geçer” ismi ile Şule Yayınları’ndan çıktı. Kendisiyle kitabı ve gezileri üzerine konuştuk…
Okurlarımızın cevabını çok merak ettiği bir soru ile başlayalım; Hande Hanım gerçekten her ay bir ülke geziyor mu? Süreç nasıl işliyor?
Kitap için biyografimi yazmamı söylediklerinde aklıma ilk gelen düşünceyi bir peçeteye not ettim: Kul, evlat, eş, anne, kardeş dost ve bir gezgin.
Kul ve evlat olmak insan olmanın değişmez gerçeğiydi ve ondan sonrası kaderimin bana sunduğu mükâfatlardı. Yıllarca elimden tutan ve artık nadir de olsa benim onların ellerinden tutmam gereken sırtımı dayadığım bir dağ, babam ve beni her zaman sarıp sarmalayacak sıcak bir yorgan, annem var. Uzun yıllarımı paylaşıp, sevip, saydığım, her zaman gönlümden tutan kuvvetli bir adam ve büyümelerini şükürle izlediğimiz iki gölge. Kederlerini bazen onlardan önce hissettiğim, yanlarında olmaktan mutluluk duyduğum kardeşlerim. Aile benim için her şeyden önce gelir. Kardeşimin bebeği olurken, kızımın şiir sergisinde, oğlum karne aldığında yanlarında olmalıyım fakat tatilleri, boşlukları, fırsatları kaçırmayan gezgin ruhum her zaman iş başında. Kısa zamana çok şehir sığdırmayı, verimli gezmeyi, çıktığımız seyahatlerde ne kadar seversem seveyim aynı yere tekrar gitmeyip gün kaybetmemeyi öğrendim. Bazen eşimin iş yolculuğu, oğlumun görmek istediği bir şehir bana kapılarını açarken bazen de onlar benim çizdiğim rotaya yelken açıyorlar ama her zaman vize büyük patrondan çıkıyor.
Gezilerinizden önce neler yapıyorsunuz hazırlık anlamında? Okumalarınız oluyor mu?
Gezmeden önce sayfalarca kitap okuyor, belgesel seyredip not alıyorum ama hikâye uçaktan inince başlıyor. Ben beş duyumla yazıyorum. Bir şehre dokunmadan, dinlemeden, kokusunu duymadan, insanlarıyla muhabbet edip, denizin, nehrin tadına bakmadan yazmam imkânsız. (Ölü tozu serpilmiş Varanasi Nehri ve lanetli Lut Gölü hariç. Bu iki su parçasına dokunmak benim için bile imkânsızdı.)
Kitabınızda sadece ‘gezdim-gördüm-yedim-içtim’ gibi dar bir çerçeveden öte sürükleyici ve edebi üslup görüyoruz. Yazarlığınızı nasıl geliştiriyorsunuz?
Bu konuda bana en büyük desteği veren, edebiyat yolunda doğru kalemler yetiştirmek için çalışan Hocam Ali Ural ve onun yazarlık atölyesi. Tavsiye ettiği filmler hakkında konuşup, okuduğumuz kitapları önce onun penceresinden dinliyor sonra kendi süzgecimizden geçiriyoruz. Yazdıklarımızı bazen bir ejderha gibi yakıp yıkarak acımasızca eleştiriyor ama kayda değer bir cümle bile bulsa kelebeğe dönüşüp kelimelere kanat takıyor. Her öğrencisine farklı bir reçete yazıyor. Cümlelerimizden zayıf noktalarımızı çözüyor ve Karabatak Dergisi’ne basılacak bir yazı çıktığında yazardan daha çok seviniyor.
“Fatih’in fethetmek için yanıp tutuştuğu, büyükannemin adım atmaktan korktuğu topraklar” diyorsunuz keşfetmek istediğiniz yerler için. Biraz açar mısınız bu sözünüzü?
Babaannem kendine has, şahsına münhasır korkuları olan ama bunun yanı sıra Anadolu’nun misafirperverliğini unutmamış, cömert bir İstanbul hanımefendisiydi. Nuri Dedem’le gittiği ilk ve son haccından sonra uçaklara tövbeli, hayatında çarşı pazar nedir bilmeyen bu kadın, imkânlarına sırt çevirip, korkusuna yenik düşerek ne köprüyü geçer ne de vapura binerdi. Kız kardeşimle beni Kanlıca’ya yoğurt yemeye, Hz. Yuşa’yı ziyarete götürürdü. Cihat Dedem’le Karia Camii’ni, müzeleri, annemle Yıldız Sarayı’nı, antikacıları gezerek büyüdüm. Babamın yurtdışı seyahatlerinden dönüşünü heyecanla bekler, mum gibi düzenli bavulunu açıp darmadağınık ederek hediyemi bulmak için hayallerimi bile paketleyip ona sunabilirdim. Kırmızı ayakkabı, sarı saçlı bebek, İsviçre’nin karlı dağlarını seyrettiğim çikolata paketleri... Ama en sevdiğim hediye bavulun en altından çıkan Pandora’nın Kutusu’ydu. İçi rengârenk kalemler, silgiler, boyalar, daha Türkiye’ye gelmemiş envai çeşit okul eşyasının arasından ikişer eşya...
Seçme hakkımız vardı ama işin en zevkli kısmı apartmanın üst katından başlayarak kapıları çalmak ve komşu çocuklara birer hediye seçtirmekti. Kendimi bavulların efendisi sanırdım. Anneannem masallarında Anka Kuşu’yla uçururdu beni, Fatih’in gözünden anlattı dünyayı ve annem asla ama asla kiliselere, Hıristiyan âdetlerine özenmemem gerektiğini kalbimin doğru yolu bana her zaman göstereceğini öğretti.
Yedi yaşında babama, on yedi yaşında İbn-i Batuta’ya hayrandım. Fatih’in fethetmek için yanıp tutuştuğu, büyükannemin adım atmaktan korktuğu toprakları keşfetme isteğim böyle başladı. Hayatımda yer alan herkes farkında olmadan bir tohum ekti içime.
Niye sormadınız diye sitem edenler olmasın diye soralım: Çok gezen mi daha iyi biliyor çok okuyan mı?
Okumak hayatın bir parçası, ilk emir, sadece yazılanları değil insanı, ağacı, doğayı, binayı da okumak gerekli. Her zaman çantamda, başucumda, elimin altında bir kitap vardı. Şehirlere, çöllere, kaybolmuş tapınaklara araştırma yapmadan, sayfaların arasında kaybolmadan gitseydim bu kitap ortaya çıkmazdı. Gezmek ise sürprizlerle dolu hiç beklemediğiniz bir anda mürekkebin ulaşamadığını sunuyor. Ayrıca farklı bir ülkede dolaşırken beş duyunuzla öğreniyorsunuz, kimse size denizi anlatmıyor. Yalın ayak Karayip Sahili’nde yürürken beyaz ince kumun denizden daha soğuk olduğunu siz hissediyorsunuz ve küçük turuncu bir yengeç parmaklarınızı gıdıkladığında korkup çığlık atmak da, onunla dost olmak da sizin seçiminiz.
Sizi en çok hangi ülke/ülkeler etkiledi? Neden?
Bu soruyu kitaptan bir paragrafla cevaplayım. Her seyyahın vazgeçemediği bir Leyla’sı vardır. Benim Leyla’m Hindistan’dı. Fil pisliğine bastığımda parmak arası terlik giymemeyi, sandviçe gizlenmiş böceği ısırdığımda içine bakmadan yememeyi ve sırtımdaki tırnakların bir kırkayağa ait olduğunu keşfettiğimde silkelemeden giyinmemeyi öğrendim ama asla Hindistan’dan vazgeçmedim.
Kitapta kaç ülkeden bahsediyorsunuz?
On dokuz ülke var. Hikâyeleri olgunlaşmayan, istediğim kadar renklendiremediğim şehirler, Kudüs gibi koymak istesem de kanayan yarası dile gelmeyen kutsal mabetler ve Hz. İbrahim’in kaleminden çıkması gereken Hac yolculuğu bu kitapta yer alamadı.
Son üç hakkınız olsaydı, hangi ülkeleri tercih ederdiniz?
Üç yıl üst üste Hacca gitmek isterdim... Bir yıl içinde çıkacaksam seyahatlere ilk ikisi kesinlikle Hac ve Hindistan olurdu. Üçüncüye karar vermeden önce dünya haritasının karşısına geçip zarif tüylü bir ok alırdım elime, onu serbest bıraktığımda bir an kapardım gözlerimi, dudaklarım mühürlü. Son yolculuk sır bana.
Gezileriniz ve kitaplarınızın devamı gelecek mi? Okuyucuları neler bekliyor?
KUŞ UÇAR KERVAN GEÇER tutkulu bir gezginin hayallerinde doğdu. Seyahat yalnızca pasaporta basılmış bir mühür, tanımadığım bir rehberin çizdiği güzergâh, kumsalda geçen saatler ve dünyanın her yerinde bulabileceğim sıradan bir yemekten ibaret olmamalıydı. Şehirlere dokunmak istedim. Kokusunu duymak, tarihine sızmak.
Kimi zaman tutkulu bir yazardan kimi zaman taşlaşmış bir samuraydan dinledim şehrin hikâyesini. Cebimden çıkardığım ekmek kırıklarını okyanusa attım. Ne Hansel’dim ne de Gretel. Kaybolmak için çıkmıştım bu yolculuğa.
Yaptığım sayfalarca araştırmadan sadece bir damla sihir aktı satırlara. Ne tahta biletin sırrını açıkladım ne de Hindistan’a neden âşık olduğumu. Tanrıların yemeğine bir daha asla ama asla el uzatmasam da her şehirde bir daha kaybolabilmek için karamelli dondurma yedim.
Gezmek, vazgeçemediğim tutkum. Kaleme almaksa uzun çalışmalar sonrasında yeni yeni rayına oturmuş, kaliteli okumalar yaptıkça kolaylaşan sancılı bir süreç. İkinci kitabın konusunu ve türünü, okuyucuları neyin beklediğini henüz ben de bilmiyorum. Hayallerimdeki renkli gölgeyi ararken gezilerim de yazılarım da inşallah devam edecek.
Şu kadar zamandır yazıyorsunuz, ne düşünüyorsunuz, hissiyatınız, GENÇ sizin için ne anlama geliyor?
Yazmaya GENÇ’le başladım. Edebiyatın içine girmeden, sırlarını keşfetmeden, sanat ve tarih bilgimle yazdım Hattat Padişahları ve Konuşan Mezar Taşları’nı. Oysa edebiyat farklıydı. Örtmek, kapamak, saklamaktı. Okurun zihnine gizlice girip oradakinin kendisi olduğuna inanmasını sağlamak, bir örgü oluşturup damla damla akıtmaktı. Seneler boyunca çalışmalarıma ve ilerlememe şahit oldu GENÇ. Hürmet edip saydığım bir büyüğümle aynı dergide yazmak için çıktığım bu yolda GENÇ elimden tuttu. Ben de onu mahcup etmemek için çok çalıştım...
Hiç ayrılmadığınız hayallerinizle, kırmızı boncuğun çizdiği yolda, yanık origamileri toplayarak nice gezilere diyor, teşekkür ediyoruz.