Birazdan yıllardır hakkında birçok şey duyduğum İran’a adım atacaktım ve bundan dolayı da son derece heyecanlıydım. İran hakkında çok şey duysam da en iyisi İran’ı kendi gözlerimle görmekti.
Yol arkadaşımla çıktığımız yolculukta rotamız Ağrı, İran, Pakistan ve Afgan dağlarıydı. İran Türk vatandaşlarından vize istemiyordu. Bundan dolayı İran konusunda rahattık. Fakat Pakistan yönetimi Türkiye vatandaşlarından vize istediği gibi bize bütün çabalarımıza rağmen vize vermemişti. Allah kerim diyerek yol arkadaşımla birlikte bindiğimiz bir otobüsle İstanbul’dan Ağrı’ya doğru yola çıkıyoruz…
Vakit gece, mevsimlerden ise kış... Son derece yorgun olduğum için ben otobüs yolculuğunu uyuyarak geçiriyorum. Birden yanımdaki arkadaşımın yüksek sesle “Allahuekber” diye bağırdığını duydum. Telaşlı bir şekilde uyanıp ayağa kalkınca otobüsün uçuruma doğru kaydığını, şoförün otobüsü durduramadığını fark ettim. Yolcular da panik içinde bağırıyorlardı. Aklıma ölüm geldi ve yüksek sesle Kelime-i Şehadet getirmeye başladım. Yüksek sesle Kelime-i Şehadet getirmemin bir amacı da yolculara son nefeslerinde Kelime-i Şehadet’i hatırlatmaktı. Diğer taraftan şoför, otobüsü durdurabilmek için büyük bir çaba harcıyordu. Sonunda başardı ve uçuruma 1.5 metre kala otobüsü durdurdu. Yolcular büyük bir korku içinde otobüsü terk ederken ben de ölüme bu kadar çok yaklaşmışken bana Kelime-i Şehadet’i hatırlatan Rabbim’e şükrediyordum.
Ağrı’da Bizi Bekleyen Sürpriz
Yorucu bir yolculuktan sonra sabaha doğru Ağrı’ya ulaşıyoruz. Ağrı soğuk ve sisli... Dağların ihtişamı ve güzelliği hemen dikkatimi çekiyor ve gözlerimi dağlardan ayıramıyorum. Otobüs terminalinde indikten sonra bir taksiye atlayıp bizi misafir edecek olan arkadaşımızın evine doğru gidiyoruz. Eve girer girmez sofralar kuruluyor ve sımsıcak bir muhabbetin eşliğinde sabah kahvaltımızı yapıyoruz.
Bu arada İstanbul’dan birlikte yola çıktığım arkadaşım dün geceden beri bacağında şiddetli bir ağrı olduğunu söylüyor. Ben doktora gösterelim diyorum; o ise birkaç saate geçer diyerek teklifimi geçiştiriyor. Zaman geçtikçe yol arkadaşımın ayağındaki ağrı daha da şiddetleniyor ve sonunda onu ikna etmeyi başarıyorum ve hastaneye gidiyoruz. Önce bir polikliniğe uğruyoruz. Poliklinikteki doktor damar tıkanıklığından şüphelendiğini ve devlet hastanesine gitmemiz gerektiğini söylüyor. Damar tıkanıklığını duyunca bizim moralimiz iyice bozuluyor. Hastanede gerekli tahlilleri yaptırıp röntgenleri çektirdikten sonra doktor bize sabah tekrar gelmemizi söylüyor. Böylece Ağrı’da hiç beklemediğimiz bir sürprizle karşılaşıyoruz.
Ne Olursa Olsun Dönmek Yok
Arkadaşımın ayağındaki sıkıntı her geçen vakit daha da artıyor. Sabah erkenden tekrar doktora gittiğimizde doktor kesin olarak arkadaşımın sağ ayağında damar tıkanıklığı olduğunu söylüyor. Biz doktora bu şekilde yola devam edip edemeyeceğini sorduğumuzda doktor “Asla yolculuk yapamaz, yatıp dinlenmesi lazım.” diyor. Doktorun cevabı karşısında yol arkadaşımın yüzünü hüzün kaplıyor. Arkadaşımın yüzünü görünce benim de içim burkuluyor. Çünkü en az o da benim kadar bu yolculuğa çıkmayı, Afgan dağlarına ulaşmayı istiyordu. Arkadaşımın moralini düzeltmeye çalışıyor ve bunda da bir hayır olduğunu ifade ediyorum. O ise bana tek başıma yolculuk yapmamın sakıncalı olacağını, bundan dolayı istersem yolculuktan vazgeçebileceğimi söylüyor. Ben de arkadaşıma “Ne zamandır bu yolculuğun hayalini kuruyorum. Yalnız da olsam ben yola devam edeceğim.” diyorum.
Yol Güzergahımız
Arkadaşımın ısrarı üzerine Ağrı’da bir gün daha bekliyorum. Arkadaşım “Belki iyileşirim, yola birlikte devam ederiz” diyor. Fakat gece olunca arkadaşımın iyileşmesinden umudumuzu iyice kesiyoruz. Çünkü zaman geçtikçe ayağı şişiyor ve daha da kötü oluyor. Bunun üzerine akşam oturup bir yolculuk planı yapıyorum. Sabah yola çıkıp önce Tahran’a gideceğim. Tahran’dan Zahedan’a geçtiğimde arkadaşımın bana verdiği telefon numarasını arayacağım ve Zahedan’daki bağlantımız vasıtasıyla kaçakçılarla iletişime geçeceğim. Eğer yakalanmayıp Zahedan’dan Pakistan’a kaçak geçmeyi başarırsam Taftan Çölü’nü aşıp Kuetta’ya ulaşacağım. Kuetta’da daha önce telefonunu aldığımız bir Afgan’ı arayacağım. O da Kuetta’daki kaçakçılarla irtibata geçip Afganistan-Pakistan sınırındaki Veziristan’a, oradan da Afgan direnişçilerin bulunduğu cephe hattına ulaşacağım. Kâğıt üzerinde her şey kolay gözükse de aslında zorlu bir yolculuğa çıkacaktım. Zihnimde cevaplanması gereken onlarca soru varken yolculukla ilgili düşüncelerin eşliğinde derin bir uykuya dalıyorum.
Tahran’da gezerken bir İslam devletinde değil; Batılılaşma yönünde ilerleyen bir şehirde gezindiğiniz hissine kapılıyorsunuz.
Peşimi Bırakmayan Düşünceler
Sabahleyin İran sınırına gitmek için bir taksiyle yola çıkıyoruz. Bir bilinmezliğe doğru ilerliyordum. Kim bilir başıma neler gelecekti? Pakistan askerlerine yakalanırsam aylarca Pakistan zindanlarında kalabilirdim. Hatta Pakistan askerleri dolar karşılığında beni Amerikalılara bile satabilirlerdi. İçimde tedirginlik de vardı. Fakat Afgan dağlarına ulaşma isteğim içimdeki tedirginlikten çok daha baskındı. Ayrıca birazdan yıllardır hakkında birçok şey duyduğum İran’a adım atacaktım ve bundan dolayı da son derece heyecanlıydım. İran hakkında çok şey duysam da en iyisi İran’ı kendi gözlerimle görmekti. Yol arkadaşım ve bizi Ağrı’da misafir eden arkadaşla vedalaşıp çantamı sırtlayarak sınıra doğru yürüyorum. İçimden arkamı dönüp son bir kez daha Türkiye’ye bakmak geçiyor ve İran’a girmeden önce bir kez daha Türkiye tarafına bakıyorum.
Sınır Şehri Bezirgan
İran’a ilk olarak Bezirgan şehrinden giriyorum. Bezirgan’da etraf dövizcilerle dolu… Fakat ben Bezirgan’da döviz bozdurmuyorum. Çünkü sınır şehirleri genelde üçkâğıtçıların, fırsatçıların mekân edindikleri yerlerdir ve kazıklamak için yabancı ararlar. Ben de para bozdurmak için Bezirgan’dan sonraki şehir olan Mako şehrine gitmeye karar veriyorum. Zaten Tahran’a gideceğim otobüs de Mako’dan hareket edecek. Bu arada etrafı incelemeye başlıyorum… Sokak satıcılarının birçoğu Marlboro sigarası satıyor… Sokakta gördüğüm bayanların büyük bir kısmının saçlarının ön tarafı açık ve bu bayanlar pantolonla geziyorlar. Çarşaf giyenler ise sadece birkaç yaşlı teyze… Etrafı gözlemledikçe Bezirgan şehrinde bir İslam devletinin toprağında olduğuma dair hiçbir belirtiye rastlayamıyorum. Sadece her yerde bol bol Humeyni’nin fotoğrafları var.
Tahran Yolunda
Bir taksiye binip Bezirgan’dan Tahran otobüsüne bineceğim Mako’ya doğru hareket ediyorum. Mako’ya ulaştıktan sonra para bozdurup bir şeyler atıştırıp beni Tahran’a götürecek otobüse biniyorum. Yol boyunca gözüm sürekli pencereden dışarıda… Hiçbir ayrıntıyı kaçırmak istemiyorum. Otobüsümüz her şehir girişinde polis tarafından durduruluyor. Şoför polislere bazı evrakları imzalattıktan sonra yolumuza devam edebiliyoruz. Dikkatimi özellikle İran evleri çekiyor. Özenilerek yapılmış, giriftlik ve sadeliği bir arada barındıran İran evlerini seyre dalıyorum. Diğer taraftan da arada bir otobüsteki İranlıları gözlemliyorum. İranlılar her moladan sonra otobüs hareket ederken yanına Hz. Ali Efendimiz’i de katarak Peygamberimize salâvat getiriyorlar. 13 saatlik bir otobüs yolculuğunun ardından da Tahran’a ulaşıyoruz.
Temiz, Düzenli, Kalabalık Bir Şehir
Tahran son derece gelişmiş bir şehir… Kentin merkezinde her ne kadar yoğun bir trafik olsa da yollar ve binalar çok düzenli. Etraf tertemiz ve sokaklarda dilenci yok. Fakat Tahran’da gezerken bir İslam devletinde değil; Batılılaşma yönünde ilerleyen bir şehirde gezindiğiniz hissine kapılıyorsunuz. Etraf emperyalizmin sembolü olan Coca Colalarla dolu… Türkiye’de bazı kesimler tarafından propagandası yapılan İran’la gerçek İran arasında çok büyük bir fark var. Genç İranlılarla sohbet ettikçe bu farkı daha iyi görüyor; hep rejimle ilgili şikâyetler dinliyorum. İslam devleti adına yapılan fakat İslam’ın ruhuyla alakası olmayan uygulamalar gençleri İslam’dan uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramamış. İranlı gençlerin bu hali beni üzüyor ve kendime insanları İslam’dan uzaklaştıran bir devletin nasıl bir İslam devleti olabileceğini soruyorum…