
Öncü olmak nasip işidir. Ama nasip de biliriz ki yöneldiğimiz yerden yeşerir. Biz, yönelişi öncülük olanların rüyası ile düştük yola. GENÇ, uyanıkken bu rüyayı görenlerin dergisi oldu hep. Şimdi bu rüyanın, rüyamızın sadık ve sahih olduğuna dair delillerle karşınızdayız. Yeni dönem hediye kitabımızdan bir seçki sizleri bekliyor. Medeniyetimizin öncülerinden lider davranışlar, hayran olalım diye değil, alıp kendi lider davranışlarımızla yeni yollar açalım, böylece yeni öncüler olalım diye... Haydi okuyun ve haydi: Olun.
Mükemmellik, Terakkide Devamlılık İster
Bir bilgenin ders halkasının müdâvimlerinden biri, nice seneler sonra, halkayı terketmişti. Haftalar, aylar geçip adam ortalarda gözükmeyince, bilge kişi kendisini ziyârete karar verdi.
Mevsim kıştı, adam evde yalnızdı ve evin salonundaki büyük ocakta gürül gürül odun yanıyordu.
Bilgenin kendisini niye ziyaret ettiğini tahmin eden adam, üşümüş olan bilgeyi ocağın başına davet etti, kendisi de birşeyler ikram etmek için mutfağa yöneldi.
Ocağın yanıbaşına oturan bilge, gelen ikramı kabul etti, fakat adama hiçbir şey demedi. Sanki adam evde yokmuş, sanki kendi evinde tek başına oturuyormuş gibiydi. Bütün dikkatini ocağa vermiş görünüyordu.
Bilge, birkaç dakika sonra maşayı aldı, iyice köz haline gelmiş odunlardan birini ocağın bir kenarına koydu. Sonra minderine oturdu. Hâlâ birşey söylemiyordu.
Kenara konmuş olan közün ateşi yavaş yavaş azaldı, sonra da söndü. Odada çıt çıkmıyordu. İlk baştaki selamlama hariç, bir kelime bile konuşulmuş değildi.
Bilge, gitmeye hazırlanırken, sönmüş közü aldı ve yeniden ateşin ortasına koydu. Köz, ateşle ve yanan odunların ısısıyla çabucak parladı.
Bilge ayrılmak için kapıya yöneldiğinde, ev sahibi “Sebeb-i ziyaretinizi anlıyorum” dedi. “Ateş dersiniz için de teşekkür ederim. Bundan sonra sohbetlerinizi hiç aksatmayacağım.”
İlim, irfan, hizmet ve hayra yönelik doygunluk ve istiğnâ hâli, kişi için durgunluğun, düşüşün ve hatta tehlikenin başlangıç noktasıdır.
Ulaştığı seviye ne olursa olsun, “daha alacak çok yolum var” anlayışı, daimî bir terakkinin habercisidir.
Yetiştiren Hoca Olmak Farklı Bir Yürek İster
Enver Baytan hoca, Gönenli Hoca’ya talebe oluşunun hikâyesini şöyle anlatır:
“Peder merhum bizi Gönen’den İstanbul’a getirip de Dülgerzâde Câmii’nde Gönenli Hocaefendi’ye teslim ettiği zaman, yıl 1942. Memleketin din ve dünya kıtlığında yandığı devirler. Babam Hocaefendi’ye beni teslim ederken:
“Çocuğu bırakıyoruz, ama masrafları ne olacak Hocam? Kaç lira bırakmamız gerekiyor?” diye sordu.
Gönenli hocaefendi, babama:
“Senin memlekete dönecek paran var mı?” diye sordu. Babam da:
“Var!” deyince, Gönenli hocaefendi:
“İyi öyleyse, sana güle güle! Çocuğu merak etme sen! O artık bizim de evladımız... Ona gerekeni biz yaparız, orasını merak etme sen. Haydi, Allah işini rast getire!” dedi ve ondan sonra bizi hem okuttu, hem de masrafımızı çekti.
Hocayı hoca yapan ilmi kadar ilgisidir de. Bunlardan birinin eksik olması hocada eksiklik oluşturur. Ancak söz konusu olan yetişme olacaksa, ilgi bilgiden daha çok yetiştiricidir.
Muhtaç Olduğun Adamı Doğuracaksın
Şâzeliyye tarîkatının Fas kolu olan Darkâvî tarîkatının kurucusu Mulay el-Arabî ed-Darkâvî anlatıyor:
“Üstadım Mülay el-İmrânî, Fez Bali’de yaşıyordu. Ben ailemin bulunduğu kabileye doğru yola çıkmak üzereyken kendisine:
“Gittiğim yerde mânevî sohbetler yapıp hasbihal edebileceğim bir Allah’ın kulu yok; fakat yine de bu tip bir değişikliğe ihtiyacım var” dedim. Bana:
“Muhtaç olduğun insanı doğur!” dedi.
Bir başka sefer aynı konudan tekrar bahsettim ve bana tekrar: “Onları doğur” dedi.
Efendimin icâzetindeki bereket ve sır sayesinde, tek bir adımla fenâ ve bekâ mertebelerine ulaşacak kadar muhabbetullah ile dolu birisi yanıma geldi; onu gördüğüm anda, o da beni gördü. Allah söylediklerimizin vekilidir. İşte bu hadiseyle, izindeki fazîlet ve gizli güç bana gösterildi ve tüm şüphe ve vesveselerden kurtuldum. Allah’a hamd u senâlar olsun!”
Âcizlik Müslümana yakışmaz. İman heyecanı ile dolu bir gönül, zamanla etrafına sirayet eder. Esasen her insana potansiyel “insan-ı kâmil” nazarıyla yaklaşılır ise bu niyet bile, nicelerinin özbenliğini dönüştürmeye vesile olur.
Her insanın bir mıknatıs özelliği vardır; aynı duygu frekansındaki kimseleri çeker ya da kendisi onlar tarafından çekilir. Önemli olan, o frenkansı diri ve güçlü kılmaktır.
Her dâvâ erinin çoğalma irâdesi olmalıdır. Sadece kendisi olarak kalmak, zayıflıktır ve zamanla kendini bile koruyamayacak hâle düşmek demektir.
Özellikle mânevî irşad alanında büyüklerin izin ve duaları ile yola çıkmak, nice bereketlere kapı aralayacaktır. Kendisi olarak ortaya çıkanların nefesi yarı yolda kesilir ve kısa sürede yorulurlar. Burada tâlibiyyet değil, matlûbiyyet (yani isteyen değil istenilen olmak) ilâhî yardım ve inâyete kapı açar. Bu da ince bir sırdır.
Yetiştiren İlgi Sürekli ve Nitelikli Olandır
Dr. Alaettin Büyükkaya anlatıyor:
“Kendimden bir örnek vereyim. 1973 Haziran’ında üniversiteden mezun oldum. Fethi Gemuhluoğlu Ağabey, Nevzat Yalçıntaş Hocam’ı, benim durumumu konuşmak için vakfa çağırmış. İkisi saatlerce beni konuşmuşlar. Fethi Ağabey beni çağırıp dedi ki:
“Alaattinciğim, seninle ilgili değerlendirmelerimizi yaptık. Önce, doktoranı tamamlayacaksın. Sonra, iş hayatına devlette başlayacaksın. Beş yıl devlette çalışacaksın. Beş yıldan fazla çalışmak yok. Sonra ister kendi işini kur, istersen özel sektörde çalış.”
Bu ve buna benzer birçok tembih ve öğütte bulunarak benim hayatıma yön verdiler. Ben beş yıl iki ay devlette çalıştım, doktoramı yaptım, özel sektörde çalışıp kendi işimi kurdum. Allah birçok nimet de verdi, şükrediyorum. Belki o gün söyledikleri bir duaydı. Allah o duaları kabul etti ki, o dualara layık bir hayatım oldu. Ne Fethi Bey, ne de Nevzat Yalçıntaş Hocam, benim ne babamı tanıyordu ne de ailemi. Fethi Bey, bazen biz gençlere şöyle söylerdi:
“Ben senin ne babanı tanıyorum, ne aileni tanıyorum, ne verecek kızım var, ne de alacak oğlum. Ama ben senin için niye dertleniyorum biliyor musun? Çünkü sen bu vatanın ihtiyacısın.”
Evet, bize hep büyük rüya görmemizi tavsiye eder ve büyük hedefleri çok önemserdi. Çünkü küçük düşünen ve küçük işlerin adamı olmamızı istemezdi.
Son olarak, Fethi Bey ile yaşadığım son geceyi aktarmak isterim. Meğer o gece vefât edecekmiş. O gece canını Rabbi’ne hediye edecekmiş. Allah o geceyi nasip etmiş kendisine. Akşamüstüydü, kimse kalmamıştı. Beraber vakıfta oturuyoruz. Rengi çok sararmıştı. Buna rağmen, renginin sarardığını söylemek istemedim.
“Ağabey, çok yoruyorsunuz kendinizi, biraz dinlenmeniz lazım” dedim. Bana:
“Sen benim ölmemi mi istiyorsun?” diye diklendi.
“Estağfirullah Ağabey, öyle şey olur mu?” dedim.
“Sen ölülerin nasıl yattığını hiç gördün mü?” diye sordu. “Onlar bir kere yatarlar, bir daha hiç kalkmazlar” dedi ve ondan sonra elini masaya vurdu.
“Biliyorsunuz öyle demişler: Kalkın ey ehl-i vatan, sonra bir bakmışlar yerlerine bir başkası oturmuş.” Sonra tekrar bana döndü ve:
“Haydi, biz de kalkalım, artık yerimize başkasının oturma zamanı geldi” diye ekledi. Açıkçası, ben kendi aklımla, bunu ne anladım, ne bilebildim. Beni kapıya kadar uğurladı, asansörün başında yolcu etti. Asansör kapandı. Aşağı inmek için düğmeye bastım. Bu esnada kendisi yukarıdan sesleniyordu:
“Yarın sabah dokuzda beni mutlaka ara!” Birkaç defa seslenerek tekrarladı bunu.
“Peki” diye karşılık verdim ben de. O gece benden ayrıldıktan birkaç saat sonra zaten vefât etmiş. Ertesi sabah saat dokuzda aradığımda vefâtını öğrendim. “Ölüm aslında, insanın Rabbi’ne canını hediye etmesi hâlidir” diyen Fethi Ağabey, o gece canını Rabbi’ne hediye etmiş, Rabbi’ne kavuşmuştu. Allah gani gani rahmet eylesin, mekânı cennet olsun.”
Yetiştiren ilgi, nitelikli ve devamlı olan ilgidir. Allah’ın bir kulunu -kişisel bir hesap uğruna değil de dâvâ ve o kul adına- sırf Allah rızası için gündemine almak, koca bir yürek ister. Hesâbî değil hasbî bir ufuk ister. Gökkubbenin altında böyleleri nadirdir. Bunlar, insan fidelerini çınarlaştıran usta bahçivanlardır. Bunların eline düşmek, büyük bir nasiptir.
Bir İslâm âlimine yakışan en güzel vasıflardan biri, vakarlı olmaktır. Kibir, kişinin kendi nefsini büyük görmesi ve ıbâdullâhı istihkârdır. Vakar ise insanın hem şahsiyetini ve hem de değerlerini zillete düşürmeme hassasiyetidir.
Ârifler, İnsan Yetiştirmede Ulvî Niyet ve Himmet Ehlidirler
Hasan Sezâî Hazretleri’nin halifelerine ve muhtelif kişilere gönderdiği mektuplar Mektûbât-ı Hazreti Sezâî isimli bir kitapta toplanmıştır. Burada yer alan mektupların üslubundaki samimiyet, tevâzu, bir şeyh efendinin halifesine hitap ederken kullandığı dilin sıcaklığı dikkate değerdir. Halifesi Mehmed Dede’ye gönderdiği bir mektupta şöyle buyurur:
“Oğlum! Canım! Hak Teâlâ’nın feyzine ve keremine dâima mazhar olup, an be an terakkide olasın. Bir an nefsine rahat vermeyip mücâhededen uzak kalmayasın ki, müşâhedenin yurdu mücâhededir. Bir yeri zirâat etmeden tohum eksen, bir şey hâsıl olmaz. Tâlibleri daima mücâhedeye teşvik edip seher vaktine riâyet edesin ve ettiresin ki ilâhî füyûzâtın geldiği vakit o vakittir. Teveccühünde, gayriyet komayıp bizimle ayniyet bulasın. Yolumuz birlik yoludur. Cenâb-ı Allah’ın o kadar feyz ü keremine mazhar olmanı isterim ki yanında naçiz bir katre olayım.”
Çırağını kıskanan usta çoktur. Yerimi alacak diye ekibin öne çıkan başarılı elemanlarını geri bırakıp gözden düşürmek isteyen, dar gönüllü idarecilere de sıkça rastlanılır. Fakat kâmil ve ârif insanların gönül iklimi, “şerh-i sadr” (gönül açılması) nimetine mazhar olduğundan, onlarda bu nevi hamlıklar görülmez.
Onlar, yetişmesine vesile oldukları kimselerin terakkilerini, kendileri için şükür vesilesi sayarlar. Bu güzel niyetleri ve davranışları sayesinde de, onların sâlih amellerinden amel defterlerine ecirler yazdırırlar.
Esasen bir insan, yanındakini büyüttüğü kadar büyür. Meyveli ağaç haline dönüşür. Büyümüş insanlardan hürmet görecek bir konumda olmak, hiçbir zaman küçümsenecek bir seviye değildir. Ancak küçük hesaplar peşinde olanlar, bu nevi büyük düşüncelere sahip olamazlar.
Hizmet, İnsanı Efendi Kılar
Dergâh arkadaşları Sultânu’l-ârifîn Mahmud Sâmi Efendi’nin gençlik günlerini şöyle anlatıyor:
“Dergâhtaki umûmî hizmetlerin yanında, daha husûsî hizmetler gerektiğinde, genç Sâmi Efendi ilk koşanlardan olurdu. Yaşlı mürîdler, hasta ihvan, hep Sâmi Efendi’nin candan hizmetleriyle perverde oluyorlardı. Şeyhi Muhammed Es’ad Erbili Efendi’nin mürîdleri arasında, mânevî derecesi çok ilerilerde olan Cide Müftüsü Hüseyin Efendi de bulunmakta idi. Hayli yaşlanmış olan Müftü Efendi hastalanmış, bakımı da çok güç hâle gelmişti. Dergâhta, bu yaşlı zâtın memleketine, evlâtlarının yanına gönderilmesi istenince Sâmi Efendi (kuddise sirruh):
“Müsâade edilirse bu mübârek zâtın bakım ve hizmetini yapmak isterim!” dedi ve bu hizmeti de büyük bir edep ve hassâsiyetle îfâ etti.
Bu hâlis niyet ve nâzik hizmetin karşılığı olarak da Müftü Efendi’nin şu duâsına mazhar oldu:
“Allâh’ım! Bu yaşıma kadar bu kuluna ikram ettiğin mânevî lûtuf ve ikramların hepsini aynen bu genç evlâdımıza da ikram eyle…”
Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kavmin efendisi onlara hizmet edendir” sözü hiç şüphesiz birçok hikmeti ihtivâ eder. Bunlardan ikisine dikkat çekecek olursak:
1. Lider konumunda olan kimse, hizmet ehli olmalıdır ve sorumluluğu altında bulunan kimselerin dertlerine ve ihtiyaçları çare olma adına bir gayretin içinde bulunmalıdır.
2. Allah bir kimseye hizmet etme imkânı verdi ise onu zamanla bulunduğu topluluk içinde “Efendi”/Lider insan kıvamına getirecektir.
Hizmet ehli, zâhiren bir makama gelememiş görünse bile hakikatte bulunduğu kadirşinas çevre içinde saygı, sevgi ve itibar gören “ünvansız bir lider”dir. Kadr ü kıymet bilmeyen kimseler ise böyle hizmet erlerine layık olmadığından, çoğu kez bu gibi kıymetlerden mahrum kalırlar.
Hizmet Ehlini Gözetmek Yetiştiren Liderliktir
Doç. Dr. Selçuk Eraydın bey anlatıyor:
“Mâhir İz Hoca’yı herkes zengin zannederdi. Zira Hoca, maaşını alır almaz yüzde ikibuçuğunu derhal bir fakire ulaştırırdı. Maaşından başka bir geliri olmadığı halde, her ay onun zekâtını veriyordu. Derdi ki:
“Böyle yapmak, bana bereket getiriyor.”
Maaşından başka geliri olmadığı halde, zenginden ziyâde zengin davranır ve sohbete gittiği yerlere, duruma göre ya bir paket çay, bir kilo şeker götürür ya da masrafı kendisi öderdi. Adam kullanmayı ve beleşçiliği sevmezdi.
Bazan beni bir yerlere gönderirdi, “falan yerden şunu al gel”, diye. Bu vazifeyi verir ve arkasından da: “Al şu harcırahını!” der, elime ayrıca bir para tutuştururdu, oraya gidip gelme ücreti olarak!
“Hocam, ben zaten oradan geçiyorum, yolumun üzeri!” diye itiraz etmeye çalışırdım, ama, kabul ettirmek imkansız. Mahir Hoca ısrarla;
“Evlâdım al şu harcırahını! Tarîkat-ı Furkaniyye’nin (Kur’an yolunun) esası bu evlâdım! Ben bu iş için oraya gitmek zorunda mıyım? Zorundayım. Oraya kadar gidip bu masrafı edecek miyim? Edeceğim. E, sen yolunun üzeri de olsa, beni oraya gidip gelme zahmetinden kurtarıyorsun evlâdım! Al şu parayı.”
Bir de teşekkür ederdi. Mümkün değil, belli bir harçlık vermeden hiç kimseyi hiç bir yere göndermezdi.”
Uzun süre devam eden dostluk, arkadaşlık, ortaklık, hoca-talebe ya da idareci-personel ilişkilerinin temelinde, hiç şüphesiz saygı, adalet ve empatik davranabilme kalitesi vardır. Özellikle kişisel menfaatleri adına, birilerini kullanma alışkanlığı, kimden ortaya çıkarsa çıksın, ilişkileri soğutan, hatta zamanla buğza ve düşmanlığa kadar götüren bir mahiyet arzeder.
Hiç kimse kullanılmak istemez. Ancak dâvâ ve hizmet adına, herhangi bir kişiselleştirme söz konusu değilse, diğer bir ifadeyle hizmet adı altında nefsi parlatma, öne çıkarma ya da palazlandırma gibi bir hissiyat oluşmuyorsa, hizmetin hükmî şahsiyeti ön planda ise bu durumda karşılıksız taleplerde bulunmak son derece tabiidir.
İnsan elbette Hak yolunda karşılıksız koşabilmelidir. Hizmet eri böyle düşünmeli. Ancak hizmeti veren de hizmet erini daima koruyup kollamalı. İstismarın kokusu bile ilişkileri bozmaya yeterlidir. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocalarından Yaşar Fersahoğlu Bey’in şöyle bir dörtlüğünü hatırlıyorum:
Gördüm ilim erbabını
Atmışlar ilim babını
Herkes kendi hesabını
Yapar Allah deyu deyu
Yaşar Bey Hocamız’a bu sözleri söyleten manzaralar nelerdir bilinmez. Ancak buradan hareketle şunu ifade edelim ki, ilim, irfan, dâvâ ve hizmet yolunda ulvî duyguları nefsânî hesaplara feda etmemelidir. Kul hakkı sadece mal ile alakalı değildir.
Yetiştiren ilgi, nitelikli ve devamlı olan ilgidir. Allah’ın bir kulunu -kişisel bir hesap uğruna değil de dâvâ ve o kul adına- sırf Allah rızası için gündemine almak, koca bir yürek ister. Hesâbî değil hasbî bir ufuk ister.
İrşad ve Tebliğ İçin Korkmadan Her Fırsatı Değerlendirmek Gerekir
Ali Ulvi Kurucu Hocaefendi anlatıyor:
“Dedem Veyis Efendi’nin korkup çekinmeyle filân alâkası yoktu. Bir keresinde talebe okuttuğu için, aynı sebeple karakola çağırıldığında, sırasını beklerken, yanındaki masada oturan komisere sormuş:
“Oğlum, sen Kur’ân-ı Kerîm okumayı, namaz sûrelerini bilir misin?”
“Nerede hocam, öğrenemedim.”
“Öyleyse şu fırsatı değerlendirelim, gel sana Fatiha’yı öğretivereyim de yâdigârım olsun...”
Îmân, yüreğe kökleşince kişi hayata hep o pencereden bakar. Böyle biri için korku ve ümit kapısı yalnız Rabbi’dir. O’nun adına üzerine düşen sorumluluğun farkındadır ve her fırsatı bu uğurda değerlendirmek ister.
Veyis Efendi’deki dâvâ heyecanı sahabe neşesinde bir îman göstergesidir. Nitekim îdâm edilmek üzere olan bir sahâbî, kendisine son arzusunu gerçekleştirmek için üç dakikalık fırsat tanıyan hakîkat mahrûmu “zavallı”ya teşekkür ederek şöyle diyordu:
“Bu üç dakikayı bağışladığın için sana minnettârım! Zîrâ bu ikrâm ettiğin üç dakikada sana tevhîd hakîkatini tebliğ ederim de belki senin hidâyetine vesîle olurum.”
Bâtıl Karşısında Dik Durmak İzzet Kazandırır
Fî Zilâli’l-Kur’ân isimli tefsirin yazarı, büyük dâvâ adamı Seyyid Kutub’a, idam edilmeden önce, dönemin devlet başkanı Nasır’dan özür dilemesi karşılığında bağışlanacağını söylediklerinde, o büyük şehid şu cevabı verir:
“Eğer bu idam kararı hak ise, ben bu hakka razı oluyorum. Yok, eğer bâtıl ise, ben bâtıldan özür dileyecek kadar alçalmadım.”
Bütün zorbalar ve firavunlar, kendileri karşısında herkesin boyun eğmesini ve elpençe divan durmasını istemişlerdir. Çoğunlukla da halklarını bu hâle dönüştürmüşlerdir. Bunların bu sultalarını yerle bir edenler, genellikle üç-beş hakikat kahramanıdır. Bunlar insanlık semâsının yıldızlarıdır.
Zâlime karşı hakkı haykırmak, en büyük cihaddır. Susmak ise dilsiz şeytanlıktır. Özellikle âlimlerin, âriflerin ve toplum önderlerinin, bu uğurda fedâ-yı cân etmeyi göze alabilmeleri beklenir. Toplumları sürükleyen liderler de genellikle kelle koltukta, kefeni omuzunda yürüyenlerdir. Öne düşenin ya da önde görünenin, böyle bir yüreği yoksa yoldan çekilmesi ve arka saflara sığınması daha güzeldir.
İslâm’ın ve Makamın İzzeti Korunmalıdır
“İstanbul’da Fatih’in türbesi açıldığı zaman, Amerika’dan açılışa bir de patrik gelmişti. Açılışta Rumca bir konuşma yaptı. Nureddin Topçu da Türkçe bir konuşma yaptı. Fazla kalabalık bir merasim değildi. Kırk ya da elli kişi ancak vardı. Patrik geldiğinde İstanbul Müftülüğü’nü de ziyaret etmişti. Aradan bir müddet geçtikten sonra o zamanki İstanbul valisi Fahrettin Kerim Gökay, zamanın İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen Hocaefendi’ye:
“Efendi hazretleri, bir nezâket ziyareti arzetmez misiniz?” diyor.
Ömer Nasuhi Bilmen Efendi:
“O bizim kapımıza gelmekle mükelleftir. Ben onun kapısına gidemem. O bizim kapımızın zimmisidir” diyor.
Aradan bir süre geçtikten sonra vali Gökay tekrar arıyor ve diyor ki:
“Patrik bizi ziyarete gelecek. Siz de teşrif etseniz de bir mülâkat hâsıl olsa.”
Ömer Nasuhi Efendi:
“İstanbul valisi olarak zat-ı alinizi ziyarete gelirim. Lakin resmî müftü kıyafetimle gelmemde bir mahzur var mıdır?” diyor. Vali:
“Hay hay efendim, tabii ki gelebilirsiniz” diyor.
Nihayet görüşme zamanı geldiğinde Fikri Efendi’yi (Aksoy) de yanına alarak valiliğe gidiyor. Valilikteki görevlilere:
“Patrik geldi mi?” diyor.
“Hayır, gelmedi” diyorlar.
“Öyleyse beni şu kenardaki odalardan birine alın. Patrik geldikten sonra bana haber edersiniz” diyor.
Patrik gelince kendisine haber veriliyor. Patrik içeri girip oturduktan sonra Ömer Nasuhi Efendi, kemâl-i azamet ve heybetiyle içeri giriyor. Patrik ayağa kalkmak mecburiyetinde kalıyor. Patrikten önce girmesi durumunda bir Müslüman müftü olarak patriğin önünde ayağa kalkma durumuna düşmemek için böyle yapıyor.”
Bir İslâm âlimine yakışan en güzel vasıflardan biri, vakarlı olmaktır. Kibir, kişinin kendi nefsini büyük görmesi ve ıbâdullâhı istihkârdır. Vakar ise insanın hem şahsiyetini ve hem de değerlerini zillete düşürmeme hassasiyetidir. Özellikle bir makamı temsil edenler, sadece kendisi olamazlar. Makamın gerektirdiği izzeti de korumakla mükelleftirler.