Bir adamın yalnızlığına ayak uydurulabilir belki ama. Ya ayakkabılar? Onlar da uydurabilir mi? Yeniden başlamayı yeni ayakkabılar almakla aynı seviyeye düşüren bu sistemin dışına çıkmak, ağırlıkları atmak ve gerçekten yeniden başlamak mümkün mü?
Ayağımda yeni ayakkabılarım. Otobüs durağında bekliyorum. Ayakkabıların rahatlığı ve hafifliği hoşuma gidiyor. Bunlarla saatlerce yürünür diyorum. Vitrinde “sezona yeni bir başlangıç yapın” diye yazıyordu. Zihnimde “yeni bir başlangıç” ifadesini şöyle bir döndürerek otobüsün koltuklarından birine yönelip oturuyorum. Arka koltuğa yerleşen iki kız konuşmaya başlıyor. Biri diğerine diyor ki; “Babam yıllarca bizim gibi yaşamış, gençken hızlı solculardanmış, uzun süre ateistim demişti, şimdi ise dindar oldu. Dalga geçiyoruz ‘uçucan’ diyoruz. Ama sürekli bizi uyarıp duruyor. Sürekli namaz kılın diyor. Biliyoruz ama yapmak istemiyoruz. Anneme alışkanlıklarını değiştir artık diyor, annem uflayıp pufluyor. Onun bu haline ayak uydurmaya çalışıyoruz ama olmuyor.” Diğer kız ise dine inanmadığını söylüyor, karşılıklı üzülüyor gibiler, sonra Nurcan isimli bir kız onları bu daldıkları karamsarlıktan çıkarıyor. Nurcan çok komik biriymiş. Çok gülmüşler o gün. Ne alem kızmış şu Nurcan…
Onlar gülmeye devam ettiler. Bense o babanın yalnızlığına takıldım bir an. O babanın yıllarca verdiği düşünsel mücadeleleri, aştığı yolları, içinde yol bulan arayışları düşündüm.
Onu; gençliğinde kapıldığı rüzgâra, kendisini tepeden tırnağa adamaya çalışırken hayal ettim. Yaşadığı hayatın sahiciliğini sorgulayan, özgürlük kelimesinin köşelerini aşındıran bir genç düşündüm. Onun yerine kendimi koyup emeğin belirleyici unsurlarına kafa yordum. Emeğin niteliğini, insanın niyetlenişini, vaktin kalbini yan yana yazıp nasıl eşitlemişti? Eşitliği her irdelediğinde insanın kabalama kategoriler ile sınırlanamayacağını mı anlamıştı? “Herkesten yeteneğine göre, herkesin ihtiyacı kadar” sloganına kapılıp akıntıda ilerlerken bir anda “en büyük yeteneği, kimseye ihtiyaç duymadan yaşaması” olan insanların kıyısına mı vurmuştu? Uzleti sevenler, sabredenler, eyvallahı olmayanlar bu ütopik dünyanın sınırlarına niye dahil edilemiyordu? İnsandan zorla alınsa da bir şey, niye zorla verilemiyordu? İnşa etmek, düzeltmek, haksızlıkları gidermek için uğraşmanın bile rıza ile (ideolojilerden, partilerden, sınıfsal ayrımlardan bağımsız) olabileceğini mi anlamıştı? Hakikati sorgularken, kendi elleri ile törpülediği ailesinin içinde kenarda mı kalmıştı? İtina ile ördüğü hayatı sürüp giderken, aksaklıklar çıkmasın diye uğraşırken aksaklığın ta kendisi mi oluvermişti? Tüm temsil ettiklerini terk edip, kolay/rahat zamanlarından yeniden mücadelenin o sürükleyip götüren atmosferine dönmek ve durup tüm bu olanlara bakarak başlangıcın o yapayalnız kahramanı olmaya yeniden niyet etmek bir enerji işi miydi? Bir mucize işi mi? Yoksa Hz. Musa’nın ayağındaki pabuçları çıkar* denilince çıkarıp fırlatması gibi anlık bir cevap mıydı?
Ayetlerde çıkar denilen pabuçlar aileye ve aidiyete dairdir denilir. Bu baba da ailesine ve aidiyetine durun diyerek, ahir ömründe pabuçlarını anlık bir refleksle çıkarıp atmış mıydı?
Onun bir çiçeğe dokunur gibi, bir otu sever gibi, çok zormuş ama hiç zor değilmiş gibi yeniden başlamasını düşündüm. Yeniden yalnız kalmayı göze alışındaki cesareti içten içe takdir ettim. Yalın ayak yaşlı bir adamın bir ergen sohbetinden çıkıp koltukların arasından müstağni bir şekilde geçişini hissettim. Geriye Nurcan’ın komik esprileri ve yalnız bir hanımın ayakkabılarına dalıp gitmiş bakışları kaldı.
Bir adamın yalnızlığına ayak uydurulabilir belki ama. Ya ayakkabılar? Onlar da uydurabilir mi? Yeniden başlamayı yeni ayakkabılar almakla aynı seviyeye düşüren bu sistemin dışına çıkmak, ağırlıkları atmak ve gerçekten yeniden başlamak mümkün mü?
Üstelik ayakkabılarımız bu kadar rahatken…
* “Hani o çölde, gece yol alırken, bir ateş gördü uzaktan. “Durun!” dedi, ailesine: “Bir ateş ilişti gözüme. Oraya doğru gideyim, Belki oradan bir kor alıp size getiririm. Belki orada yolu bilen birini bulurum. Ateşin yanına varınca birden: “Mûsâ!” diye nida edildi. “Haberin olsun: Senin Rabbin Benim!” denildi. “Çıkar pabuçlarını hemen! Çünkü kutsal vâdidesin (yani:)Tûvâ’dasın sen! Peygamberliğe seçtim seni, öyleyse iyi dinle sana vahyedileni!” (Taha, 20/10-13)