Artık ey dost ne dersen de
Geldim bu dergâha ben de
Şol başaklar yel esende
Yatar Yunus Yunus diye
Türkiye siyaseti çok yoğun ve heyecanlı günler yaşarken, Türk Şiiri’nin yaşayan en büyük ustalarından Bekir Sıtkı Erdoğan sessizce çekildi aramızdan. Yeni Türkiye’nin doğum günlerinde, yeni döneme dair yorumları görmek için aldığım gazetenin bir köşesinde, küçük bir haber olarak gördüm şairin vefatını.
Millete hizmetle büyümüş, ünlenmiş devlet ve ilim adamlarının sanat ve edebiyatçıların adlarının üniversite, okul, hastane, cadde gibi yerlere verilmesi, güzel bir gelenek. Böylelikle hem bu insanlar öldükten sonra da yaşıyorlar hem de nesillerin belleğine onların isimleri bir biçimde kazınmış, içlerinde bir merak duygusu uyandırılmış oluyor.
Bekir Sıtkı Erdoğan ismi de memleketi Karaman’da bir ilköğretim okuluna, bir caddeye vb. isim olarak verilmiş. Benim kulağıma da oralardan çalınmış olmalı. İlk zamanlar, zihnimde onu Cumhuriyet döneminin ideolojik şairleri kategorisine yerleştirmişim. Sonra Yüzakı dergisinde yayımlanan şiirlerini okudum. İlginçtir, yaşadığını o zaman öğrendim. Şiirlerini okuduğumda zihnimdeki o önyargı bütünüyle yok oldu. Bu bakımdan şairin, “Ben herhangi bir gruba dâhil değilim, Türk şiirindenim” demesi anlamlı…
Aslında yıllardır şiirleri, güfteleri dillerimizde dolaşır dururdu. “Kışlada Bahar” şiirinden bestelenen,”Kara gözlüm efkârlanma gül gayrı / İbibikler öter ötmez ordayım” türküsünü daha çocukluğumuzda radyodan dinler, söyler, ama tabii güftesinin ona ait olduğunu bilmezdik. Âmir Ateş’in sesiyle daha bir güzelleşen, “İçimde dertli bir bülbül / Öter Yunus Yunus diye / Söz bahçemde her gün bir gül / Biter Yunus Yunus diye” şiirinin ona ait olduğunu öğrendiğimde onu daha çok sevdiğimi söylemeliyim.
Bekir Sıtkı’nın Yunus’u yazdığı bu şiirinde, Yunus’un ruhu, aşkı, coşkusu, duyuşu ve söyleyişi var. Sanki Yunus yeniden coşmuş, çağlardan aşmış da gelmiş, Bekir Sıtkı diye görünmüş.
Esasen onun bütün şiirlerinde Yunus’un aşkını, coşkusunu, sevgisini görmek mümkün. Yunus’un o sade ve fakat derinden çağlayışı (sehl-i mümteni’) Bekir Sıtkı’nın şiirlerinde aynıyla kendini göstermiştir. Türkçe onun şiirlerinde adeta çiçek çiçek açmıştır. Hece ölçüsüyle yazdığı şiirleri, Türkçe’nin buram buram koktuğu rengârenk bir gül bahçesine dönmüştür.
Şu şiir Yunus’a ait: “Dağlar ile taşlar ile / Çağırayım Mevla’m seni/ Seherlerde kuşlar ile /Çağırayım Mevla’m seni.”
Şu şiir de Bekir Sıtkı’ya: “Gariplik tuttu boynumdan / Büker Mevla’ya Mevla’ya / Gözüm, her derdi gönlümden / Döker Mevla’ya Mevla’ya.”
Şâirin Yunusça üslubu, Üstad Sezai Karakoç’un, “O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır” sözünün güzel bir tecessümü gibidir.
Daha çok divan edebiyatında gördüğümüz aruz vezni de Bekir Sıtkı tarafından büyük bir ustalıkla kullanılmıştır. Sadece aruz değil, divan şirinin imgeleri de bu şiirlerde kendini göstermiştir. İlahi aşkın simgeleri olan şarap, saki, kadeh, sarhoşluk gibi imgeler… Şu dizeler, “İkimizin Efsanesi” adlı şiirinden: “Evrende şiir yoktu henüz, yoktu ozanlar / ‘Kün’ sırrı tüterken masmavi bulutlar / Nazm, elde kadeh sen de şarabıydın o aşkın / Ben taa o yudumdan beri mestane ve şaşkın.”
Bunlar bana, İstiklal şairimizin ahir ömründe ve Nurettin Topçu’nun ifadesiyle vahdet-i şuhud mertebesinde söylediği Gece şiirinin şu mısralarını hatırlatır: “Senin Mecnun’unum bir sensin ancak taptığım Leyla / Ezelden sunduğun şehla-nigâhın mestiyim hâlâ / Gel ey sâki-i baki, gel, Elest’in yâdı şadolsun / Yarım peymana sun, bir cür’a sun, tek aynı meyden sun!”
Bekir Sıtkı hece ve aruzun yanında yeni kuşağın şiir zevkine uygun serbest şiirler de yazmıştır. Bunu da kendi deyişiyle her kesime ulaşmak arzusuyla yapmıştır. “Sessiz Senfoni” şiiri bunun güzel bir örneğidir: “Romanımız ne kadar güzel başlamıştı / Ve işte böyle sonu! / Şimdi ışıklar sığ / Gölgeler derin… / Mor sarmaşıklarla örtük balkonu / Kâfur kokusundan / Od ağacından / Dört arşın geceye sardı ellerin…”
Şâirin vefatından önce verdiği bir söyleşiyi okumuştum. Diyordu ki orada, Karamanlılar vefakâr insanlar; adımızı yaşatmak için çeşitli yerlere ismimizi vermişler. Ben de onların bu vefalarına karşılık Karaman’a defnedilmeyi vasiyet ettim. Yunus’un kabrini çok aradılar. Benim kabrimi arayıp da yorulmasınlar!
Bekir Sıtkı Erdoğan için Karaman’da hazırlanan aile mezarlığı, babamın mezarına gidip geldiğim yol üzerindeydi. Şair hayattayken mezar taşı, hazır bekliyordu. Kabri görünce okuduğum röportaj hatırıma geldi. İşte şair her yel estiğinde adeta Yunus diyen şol başakların dalgalandığı Türk Dili’nin büyük mimarı Yunus Emre dergâhına, baba ocağı, ata otağı Karaman’a geri dönüyordu. Mevlana aşığı Eva de Vitray’ın Konya’ya defnedilmeyi isteyişi gibi… Vefa dedikleri bu olmalıydı!
Vefatını öğrenince şâiri yakından tanıdığını bildiğim bir dostumu aradım hemen. Dostum cenaze dolayısıyla Karaman’daydı ve naşını oraya defnetmişlerdi. Orada bulunamamaktan büyük üzüntü duydum. Yine de şairin Karaman’a defnedilmiş olmasıyla teselli ettim kendimi. Artık babam ve akrabalarımın yanı başında, kabrine uğramadan geçmeyeceğim bir büyük gönül insanı yatıyordu.
Yeni Türkiye’nin yeni nesil şairlerine Yunus gibi şevk verecek, aşk verecek sembol bir isim var orada. Türkçenin bir kanaviçe gibi işlenecek gökçek bir dil olduğunu nakış nakış göstermiş bir usta var. Nesiller dil ve benlikleri noktasında yönlerini yitirdiklerinde onlara yol gösterecek bir deniz feneri var.
Ruhu şad olsun!