Türkiye’deki sekülerleşme süreci, Türkiye’nin tüketim toplumu hâline dönüşmesiyle hız kazanıyor. Zaten sekülerleşme olgusu ile tüketim toplumu olgusu arasında birbirini varoluşa kışkırtan, birbirinin önünü açan kopmaz ilişkiler var. Bir yerde sekülerleşme süreci artıyorsa, orada toplum, hızla tüketim toplumu olma yolunda uygun adımlarla ilerliyor, demektir.
Türkiye, niceliksel olarak -özellikle ekonomik bakımdan- atılım üstüne atılım yapıyor ama niteliksel olarak toplum her geçen gün daha fazla sekülerleşiyor, İslâmî hassasiyetlerini ve husûsiyetlerini yitiriyor. İş, bir de genç kuşağa gelince, toplum olarak başımızı iki elimizin arasına alıp kara kara düşünmemiz gerekiyor. Zira genç kuşağın İslâm’la ilişkileri sıfırlanma noktasına doğru gidiyor!
TEHLİKELİ SİYALİ: SEKÜLERLEŞME SÜRECİ
Türkiye’deki sekülerleşme süreci, Türkiye’nin tüketim toplumu hâline dönüşmesiyle hız kazanıyor. Zaten sekülerleşme olgusu ile tüketim toplumu olgusu arasında birbirini varoluşa kışkırtan, birbirinin önünü açan kopmaz ilişkiler var. Bir yerde sekülerleşme süreci artıyorsa, orada toplum, hızla tüketim toplumu olma yolunda uygun adımlarla ilerliyor, demektir.
Tam tersi de doğru: Tüketim toplumunun arttığı yerde, sekülerleşme süreci adeta tavan yapıyor.
Sekülerleşme süreci de, tüketim toplumu olgusu da, modernleşmenin kaçınılmaz sonuçları. İki olgu da, toplumların köküne kibrit suyu çakmaktan, bir toplumu toplum yapan bütün hassasiyetleri ve husûsiyetleri buharlaştırmaktan başka bir işe yaramıyor, kaçınılmaz olarak.
Türkiye’de henüz modernlikle yüzleşmeden ve hesaplaşmadan ürpertici bir şekilde postmodernliğe yakalandık.
Modernlik, “liberalleşme” sürecini tetikliyor. Liberalleşme’den anlaşılan şey, görünüşte “özgürleşme”, gerçekte, “özgürlüğün kölelerine dönüşme”.
Liberalizmin özgürlükten anladığı şey, aslında, insanın Tanrı’dan, bütün bağlayıcı değerlerden “özgürleşmesi”, kopması. Bu, insanın, tanrılaşma sürecinin bir başka adıdır.
MODERNLEŞME VE LİBERALLEŞME: “DEMİR KAFES”
O yüzden modern liberalizmin Max Weber gibi klasik teorisyenleri, liberalizmi, dolayısıyla modernliği, özgürleşme olarak değil, insanın gerçek anlamda özgürlüğünü yitirmesi olarak tanımlarlar. Weber’in bu konuda geliştirdiği kavram, “demir kafes” metaforudur. Weber, modernliği “demir kafes” olarak nitelemiş ve modernliğin iki büyük varoluşsal kriz ürettiğine dikkat çekmişti -yaklaşık 140 yıl önce-:
Birincisi, anlam krizi.
İkincisi de, özgürlük kaybı.
Dolayısıyla bizzat modernliğin kurucu babaları bile modernliği, dolayısıyla modern liberalizmi, özgürleşme olarak değil, özgürlük kaybı olarak tarif ediyorlar.
Ama bu tanımlamalar, Türkiye gibi ülkelere son derece ayartıcı ve sığ bir şekilde aktarılıyor ve en yoz modernleşme veya liberalleşme biçimi bile bir özgürleşme biçimi olarak algılanıyor.
Meselâ alkol meselesi, mini etek, hatta son bir iki yılda ürpertici bir şekilde yaygınlaştığı gözlenen kadınların şort’la dolaşma talepleri, modern bir hurafeye dönüştürülüyor ve bu modern hurafeler etrafında son derece yapay temeller üzerinden yapay bir özgürlük kavgası yaşanıyor.
POSTMODERN KÜLTÜR: ÇAĞDAŞ PAGANİZM VE KÖLELEŞME
İş, postmodern duruma gelince, daha da çığırından çıkarılıyor ve Batılı birinci sınıf düşünürlerin bile “çağdaş köleleşme” biçimleri olarak tarif ettiği, hız, haz ve ayartıya dayanan özgürlük talepleri, Türkiye’deki seküler çevreler tarafından adeta din-dışı kutsallıklara dönüştürülüyor!
Oysa postmodern neo-liberal kültür, sığ, yoz, banal ama aynı anda bütün dünyada kullanıma ve dolaşıma sokulan bir kültür. New York’ta üretilen bu kültür, ânında Tokyo’da da, İstanbul’da da, Kahire’de de hızla yaygınlaşabiliyor -ayartıcı nitelikler arzetmesinden ötürü.
Burada bir özgürleşme biçimi değil, bütün farklı algılama, duyma, düşünme, zevk, beğeni ve yaşama biçimlerinin tektipleşmesi, dolayısıyla yokolması sözkonusu oysa.
Bu tektipleşme, hızın ve hazın, hırsın ve ihtirasın kutsanmasına yol açıyor; özellikle de genç kuşakların hızın, hazın, fetişlerin, bencilliklerin kuluna, kölesine dönüşmesine neden oluyor.
Sonuç ne? Sonuç, modern dönemde, dini dünyadan uzaklaştırmak anlamına gelen sekülerleşme ve modern paganizm biçimi, postmodern süreçte, dünyevî olanın dinselleştirilmesine dönüşüyor ve bizi / bütün insanlığı, postmodern neo-paganizm biçiminin eşiğine fırlatıyor.
ÇIKMAZ SOKAK
Sadece Türkiye açısından değil, dünya açısından da gelinen nokta tam bir çıkmaz sokak: Ölçek büyüyor ama ufuk daralıyor.
Başka bir deyişle, küreselleşme süreciyle neredeyse bütün sınırlar ortadan kalkıyor ama insanlar sadece hızın, hazın, fetişlerinin, bencilliklerinin peşinde koşuşturan insanaltı yaratıklara dönüşüyorlar: İnsan bitiyor, hayat çölleşiyor: Hedonizm / hazcılık, nihilizm / hiççilik, ve rölativizm / izafileşme, çağın insanları yutan, uyutan ve uyuzlaştıran devâsâ bir ağa dönüşmesinin felsefî temellerine dönüşüyor.
Bu gidiş, gidiş değil, bitiştir. İnsanlığın, hakikatin ve hayatın ruhsuzlaşması, başaşağı gitmesi...
Bu başaşağı düşüş’ten nasibini bütün dünya alıyor. Bizim gibi temel varoluşsal sorunlarını bırakınız halletmeyi, bunlarla yüzleşmeyi, bunların üstesinden nasıl gelinebileceğini bile halledemeyen toplumlar, bu çağdaş köleleşme biçiminden en fazla yıpranan, çözülen toplumların başında geliyor.
ÇIKIŞ YOLU: TASAVVUFÎ CEMAATLER
Bu düşüş’e dur diyebilecek imkânlar da bizim elimizde, elimizin altında. Bu çözücü, yoz, sığ kültüre, İslâm’ın şahsiyet fikrini eksene alan cemaat tasavvuru ile karşı durabiliriz.
Sadece Türkiye içinde değil, Türkiye dışında da, özellikle de tasavvufî cemaatler, insanlığın eşiğine sürüklendiği bu çözülme ve yokolma sürecini önleyebilecek en muhkem ve en güvenilir limanlardır.
Bu nedenle, sonuç olarak, şu hayatî noktaya dikkat çekmek istiyorum: Dünyanın neresine giderseniz gidin, hele de yeni haricîlik demek olan Selefî hareketlerin neredeyse yıldırım hızıyla yayıldığı, bütün diğer oluşumları silip süpürdüğü bir zaman diliminde tasavvufî cemaatlerin artık daha fazla vakit geçirmeden bütün dünya ölçeğinde seferber olması kaçınılmaz.
Bu açıdan Türkiye’ye, Türkiye’deki tasavvufî cemaatlere büyük yükümlülükler düşüyor. Eğer bu yükümlülüklerimizi yerine getiremezsek, bu yükün altında bu dünyada da, öte dünyada da kalırız ve bunun hesabını aslâ veremeyiz.
O yüzden cemaatler olmadan aslâ, diyorum.