Filmin sonunda da ödül törenine benzer bir sahne hatırlıyorum. Pasteur orada yaptığı konuşmanın bir yerinde “Muhaliflerinize kızmayın, onlardan bir şeyler öğrenmeye ve almaya bakın. Hiçbir yeni fikir muhalefet edilmeden kabul görmemiştir” anlamında bir şeyler söyledi. Ne kadar güzel, değil mi?
Bizim toplumda bu iki kavram çok farklı ve çok yanlış anlaşılır. Bizim toplumdan ziyade belki de “bizim uygarlıkta” dememiz lazımdı, hepsini yakinen tanımasak da bütün bir Doğu dünyasında böyle olduğunu zannediyoruz.
Çocukluğumda kuduz aşısını bulan Louis Pasteur’ün hayatını anlatan bir film seyretmiştim. Bütün ayrıntılarıyla hatırlamıyorum ama bazı konular çok net aklımda kaldı. Pasteur bir bilim çevresi içindeydi ve çevresi de aşıyı bulmak için yaptığı çalışmalardan haberdardı. Küçük bir azınlık kendisini destekliyor, geri kalanı tabir yerindeyse ünlü bilim adamını ağaçkakan gibi gagalıyordu. Alay edenler, aşağılayanlar, küçümseyenler vs. vs… Pasteur bunlara hiç kızmıyor, istifini bozmuyor, çalışmalarına yılmadan devam ediyordu. Ben de “neden bu gerizekâlılara sabrediyor? Verse ya ağızlarının payını?!” diyor, öfkeyle karışık bir şaşkınlıkla seyrediyorum.
Hâttâ bir seferinde bir deneyinin sonucu olan maddeyi mikrobu bulduğu zannıyla bir meclise getiriyor, azılı muhaliflerinden biri elinden enjektörü zorla alıyor ve kendi koluna bol miktarda zerk ediyordu. Yani eğer Pasteur’ün bulup oraya getirdiği madde mikropsa, o adamın kudurması lazımdı. Adam kudurmadı, dolayısıyla Pasteur’ün bulduğu maddenin kuduz mikrobu olmadığı anlaşıldı. Kahkahalarla gülenler, alay edenler oldu yine. Fakat o aldırmadı, deneyinde bir eksiklik olduğunu anladı, çalışmalarına devam etti. Sonunda mikrobu da buldu, aşıyı da üretti, o koluna enjektörü batıran adam bile geldi kendisini takdir ederek özür diledi.
Filmin sonunda da ödül törenine benzer bir sahne hatırlıyorum. Pasteur orada yaptığı konuşmanın bir yerinde “Muhaliflerinize kızmayın, onlardan bir şeyler öğrenmeye ve almaya bakın. Hiçbir yeni fikir muhalefet edilmeden kabul görmemiştir” anlamında bir şeyler söyledi. Ne kadar güzel, değil mi?
Pekâlâ, bizim toplumda “muhalefet” kavramının nasıl bir karşılığı var? Hiç de olumlu çağrışımlar yapmıyor olsa gerek. Üst düzey siyasette iyi kötü bir yerlere oturmuş bu kavram, ancak biraz aşağılara indiğinizde işler iyice sarpa sarıyor. Mesela bir dernek bünyesinde mevcut yönetime muhalefet etmenin, genelin gözünde ihanete kadar yolu vardır. Seçim olduğunda ideal olan tek listedir, canhıraş bir gayretle ikinci bir listenin seçime girmesi önlenmeye çalışılır. O zaman “birlik-beraberlik” (!) görüntüsü zedelenmiş olur, oyunbozanlık ve fitne devreye girmiş sayılır çünkü. Seçime tek liste girerse dosta düşmana karşı birlik-beraberlik içinde olunduğu da bir güzel gösterilmiş olur.
Hâlbuki insanlar farklı yapılardadır, herkes birbiriyle çok iyi anlaşacak, birlikte çok verimli ve üretken bir çalışma sergileyecekler diye bir şey yok. Hâttâ mümkün değil böyle bir şey, yani aynı ortak paydada buluşan insanların hepsinin aynı kafada, aynı yapıda olması. Mümkün olmadığı gibi, iyi bir şey de değil herkesin aynı şekilde düşünmesi. İnsanoğlu aciz bir mahlûktur, her şeyi göremeyebilir, her şeyi anlayamayabilir. Fakat bir başkası görüp anlayabilir ve berikini ikaz edebilir. İşte muhalefet dediğimiz şey tam da budur, yıkmaya ve yıpratmaya çalışmak değil.
Bu toplumsal rahatsızlık ne zaman ortaya çıktı, ne zamandan beri var bilmiyoruz. Ancak sağlıklı bir toplum olmak istiyorsak bunun üstesinden gelmeli, zihinsel bir dönüşüm gerçekleştirmeliyiz.