Aslen Trabzonlu olan Fatih Güldal, 1978 Gemlik doğumludur. Marmara Üniversitesi’nde Tarih öğrenimi görmüştür. Ayrıca, dergicilik ile iştigal etmiş, muhtelif birçok dergide yazıları yayınlanmıştır. Nisan 2011’de Mehmet Mazak ile birlikte hazırladıkları Tanzifat-ı İstanbul isimli kitaplarında Osmanlı’dan günümüze İstanbul’un temizlik tarihini anlatmışlardır. Biz de, kendisiyle bu kitap minvalinde sokakların temizliği ve sokak âdâbını konuştuk.
Sokak âdâbının sokakların temizliğiyle alakası var mıdır? Osmanlı’da temizlik hususunda devlet-halk işbirliği nasıl sağlanmaktaydı?
Temizlik bir Müslümanın vazgeçilmez hasletlerinden biridir. Hem kişisel temizlik hem de yaşanılan çevrenin tanzifi hadis-i şeriflerde güçlü bir şekilde vurgulanmıştır. İbadet edebilmenin ilk şartının temizlik olduğu gerçeği dinin bu konudaki hassasiyetini göstermektedir. Âdâbı da göz önünde bulundurulması, uyulması gereken hususlar ve nezaket kuralları olarak Türkçeye çevirdiğimizde temizliğin mevcut olmadığı bir yerde âdâptan bahsetmek de ne kadar mümkün olabilir?
Sokak temizliğinin düzen, tertip ve âdâpla olan ilişkisinin yanında sağlıklı bir toplum için de vazgeçilmez bir husus olduğu unutulmamalıdır. Salgın hastalıkların yaygın olduğu yüzyıllarda Osmanlı Devleti şehirlerin tanzifatı konusunda sıkı tedbirler almaktaydı. Konuyla ilgili Osmanlı arşivlerinde yer alan hükümlerde şehrin idari, hukuki ve beledi işleriyle ilgili olan kadı vasıtasıyla subaşı, asesbaşı ve mahallenin devlet nazarındaki muhatabı imamlara sokak temizliği konusunda ciddi uyarılarda bulunulmakta, tanzifat kurallarına uymayanlara, etrafa çöp atanlara sırasıyla ikaz, te’dib, falaka, kürek cezaları gibi müeyyideler uygulanmaktaydı. Hatta bazı belgelerde sokağa hayvan leşi atanların attıkları o leşin boyunlarına asılması gibi ibret verici uygulamalara da şahit oluruz.
Eski sokak kültürü dediğimizde sadece temizlik faaliyetlerini mi anlamalıyız? Yoksa mahalle/sokak kültürü daha geniş bir manaya mı tekabül ediyordu?
Elbette ki sokak kültürü dediğimiz şey sadece temizlikle alakalı bir şey değildir. Osmanlı toplumunun sosyal hayatının dinamiklerini belirleyici unsur genellikle dindir. Osmanlılarda mahallenin standart bir yapısı vardır. Mahalle mescit, hamam, çeşme, sıbyan mektebi gibi küçük çaplı bir külliye etrafında şekilleniyor. İnsanlar beş vakit mahalle mescitlerinde buluşuyorlar. Sokaklarının, mahallelerinin bir sorunu sıkıntısı varsa orada çözmeye çalışıyorlar. Mahalle imamı devletin oradaki gözü kulağıdır. Bir sokağa taşınacak kişinin oradan kendisine kefil olacak birini bulmadan mahalleye yerleşmesi imkansız. Dolayısıyla ciddi bir kontrol söz konusu. Bu denetim ve organizasyon kendisi bir kültür oluşturuyor zaten. Bir başka husus ise tahminimce Türklerin keşfettiği çıkmaz sokak modelidir. Mahremiyet insanların ikametgâhlarını inşa ederken göz önünde tutulan bir değer. Özellikle İstanbul’un inşası ile görevlendirilen mimarbaşıları insanların birbirinin evinin güneşini kapatıp kapatmamasına bile dikkat ediyor. Her şey insani ve büyük bir medeniyete yakışır şekilde tasarlanıyor.
Özel olarak İstanbul’da ve genelde bütün Türkiye’de artan bir gürültü kirliliği de mevcut. Bunun sebebi nedir? Sokak âdâbıyla bir alakası var mıdır?
Gürültü kirliliği özellikle sanayileşmiş, metropol olmuş, nüfusu da artık kontrolden çıkmış bir şehir için kaçınılmaz sorunlardan biridir. Türkiye’de her şey çok hızlı değişiyor. Ülkedeki refah düzeyinin artışı, köyden kente göçün kesif ve kontrolsüz olarak gerçekleşmesi, şehir planlamasındaki başarısızlığımız, kente gelen taşralıların şehir kültürüne adapte olmada gösterdikleri direnç sosyal dengenin bozulmasına sebep oldu. Milyonların ikamet ettiği ve neredeyse birbiri üstüne çıkmış evler, insanların toplu taşıma yerine hususi araçlarla yolculuk etme isteği şehirde inanılmaz bir kaosa neden oldu. Tüm bunların yanında insanların bir arada yaşama âdâbını kaybetmiş (belki de hiç kazanamamış) olmaları hepimizi bir gürültü girdabının içerisine soktu. Gereksiz çalınan klaksonlar, komşunun evinden gelen yüksek müzik sesi, sokaklarda bağırarak gezen gençler toplumumuzun genel bir edep sorunu olduğunun en büyük göstergesi. Açıkçası bu yetiyi kazanabilirsek sanayileşmenin ve modernleşmenin getirdiği gürültü kirliliğini tahammül sınırları içerisinde tutabiliriz kanaatindeyim.
Bir de bu sıkıntının önlenmesi için gerekli yasal düzenlemelerin caydırıcı olarak hazırlanması lazım. Osmanlı toplumunda da bugünkü kadar olmasa da gürültü kirliliği ile ilgili bazı münferit olayların yaşandığını görüyoruz. Osmanlı arşivinde yer alan 1785 tarihli bir hatt-ı hümayunda Eyüp Camii yakınlarında bulunan kahvehanelerden insanları günaha iten sözlerin duyulduğu, gürültü yapılarak cami cemaatinin rahatsız edildiği konusunda şikâyetlerin geldiği ve bu durumun derhal önlenmesi istendiği görülmektedir.