Hepimiz ekrana bakıyoruz. Yüzümüzde ekrandan vuran sahte bir ışık var. O ışık sahte, çünkü yüzümüze yakışmıyor. Yüzümüze yakışan ışık içimizin aydınlığından yansıyandır. Ancak içi mamur olanın ışığı yüzüne vurur. İçini mamur edememiş bizler ekranların soğuk yüzlerinden yansıyan metalik parlaklıkla ısınmaya çalışıyoruz. Nafile! İnsanı ağartacak yine insandır, ekran değil. Yüzümüzü ışıtacak olanlar, yüzleri güneş gibi parlayan, içleri mamur insanların oluşturduğu muhitlerdir; o muhitleri aramalı ve bulmalıyız. Bunun için tez elden yapmamız gereken, ekranları karartıp, başımızı hayata kaldırıp, yüzümüzü insanlara çevirmektir.
Hep ekran başındayız. Ya TV, ya bilgisayar monitörü, ya cep telefonu veya oyun ekranı… Gözlerimiz kısılmış, vücudumuz gerilmiş, durmadan izliyor, bakıyor, takip ediyoruz. Dıştan bakan birisi için ne kadar ilginç bir görüntümüz var. Başındakini kendisine bu kadar kilitleyebilen ekranların ne etkisi var ki diye sorası geliyor insanın. Bu ekranlar sihirli olmasın? Evet, evet, bunların etkisi muhtemelen sihirlerinde, diğer türlü ayağa kalkıp hayata ve diğer insanlara yöneldiğinde ortaya çıkartacakları sinerjiyi hayal bile edemeyeceğiniz yaşlısı genci ile bu kadar insanın enerjisini nasıl hapsedebileceklerdi ki? Bu ekranlar kendilerine bakanları hipnotize ederek başından ayırmayan, muhtemelen de insanların birbirleri ile vakit geçirmelerini istemeyenlerin ürettiği sihirli ekranlardan başka bir şey değil. İnsanlık büyük bir tuzağa düşmüş durumda, ama ilginçtir bunu anlayacak durumumuz yok, çünkü evet bildiniz, ekranlardan başımızı kaldıracak vaktimiz yok.
İşin ironisi bir tarafa, yapılan bir araştırmaya göre yeni nesil günde 10 saatten fazla vaktini ekran karşısında geçiriyor. İngiltere’de yapılan bir diğer araştırmaya göre ise insanların üçte biri gününün 1 ila 3 saatini, diğer üçte biri 4 ila 6 saatini, diğer üçte biri ise 7 veya daha fazla saatini ekrana bakarak harcıyor. Bu son üçte birlik kesimin, söz konusu grup içerisindeki en genç nüfus olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Yaş düştükçe ekrana bakma oranı yükseliyor. Kimileri bunu bilgisayar okuryazarlığı açısından olumlu bir gelişme olarak görse de ekrana kilitlenme yaşının düşmesi aslında alarm zillerini çaldıracak vahim bir durum, çünkü ekranlara bakarak büyüyen nesiller, birbirlerine bakarak büyüyenlere göre neler kaybettiklerini hiç bilemeyecekler.
Sürekli ekranlara bakanların ne kaybettiğine geçmeden önce ne kazandığını sorgulasak mı biraz? Ekranın artıları o kadar dillendiriliyor ki kaybettiklerimizi gündeme getirebilene aşk olsun. Sürekli ekrana bakıp kalmanın maddi sağlık boyutu ile bize kaybettirdikleri bir kısım araştırmalara konu oluyor gerçi. Mesela normal şartlarda gözünü dakikada 12 ile 15 defa kırpan insanoğlunun ekran karşısına geçtiğinde göz kırpma miktarının dakikada 4-5’e düştüğünü bu tür araştırmalardan öğreniyoruz. Göz kırpmanın irade dışı bir vücut hareketi olduğu dikkate alındığında bilinçaltımıza ait bir hareketin neredeyse üçte bire düşmesinin, göz ve vücut sağlığımız açısından endişe verici bir şey olduğu açık. Ekrana odaklanmak, görme alanını daraltan ve göz sıvısını azaltan, dolayısıyla yorgunluk, yanma, bulanık görme, iltihap ve baş ağrısı gibi rahatsızlıklara yol açabilen bir etkiye sahip. Ama ekrana bakmanın fiziki hasarları yanında bir de dillendirilmeyen manevi bir hasarı var ki bütün kazanç hanesindekileri yok hükmüne indirebilir. Ne acaba o?
Ekrana çakılı kalmakla içlerimizi yeşertecek ve yüzlerimizi ağartacak imkân ve vesileleri kaçırıyoruz.
Şu soru ile başlayalım: Ekrana baktığımızda ne görüyoruz ki böyle sürekli başımız önümüzde, başından ayrılamıyoruz? Saçma bir soru mu? Hiç de değil. Ekrana bakarak bir şeyler gördüğümüzü düşünüyorsak, aslında hayatın gerçek anlamını, coşkusunu ve neşesini göremez hale geliyoruz. Ekran bizi yukarıdaki ironinin anlattığı gibi büyülüyor. Gözde, yüzde, gönülde ve sözde arayıp bulmamız gerekeni ekranda aramaya başladığımız an, büyünün etkisinin başladığı andır. Ekrana bakarak kaçırmak istemediğimizi takip ettiğimizi düşünüyor, ama aslında hayatı ıskalıyoruz.
Ekrana çakılı kalmakla içlerimizi yeşertecek ve yüzlerimizi ağartacak imkân ve vesileleri kaçırıyoruz, çünkü yüz yüze bakacağımız bir etkileşim ortamından uzak kalıyoruz. Gözlerimiz ve başlarımız önümüzde, yüzlerimizde ekrandan vuran solgun ışığın akisleri oynaşan, ekranın orasına burasına gidip gelen göz bebeklerimiz ile bizler, dışarıdan ve fakat hayatın içinden bakan birisi için oldukça ilginç gözüküyoruz. Ama ne acıdır ki bunun bile farkında değiliz. Neden mi dersiniz? Çünkü ne kadar garip göründüğümüzü anlayacak ya da algılayacak kadar bile ekranlardan başımızı kaldıramıyoruz. Bunu yapacak ne vaktimiz var, ne de halimiz…
Vaktimiz yok, çünkü ekranlardan başımızı kaldıracak kadar bile ayrı kalmak istemiyoruz. Kaçırma duygusu iliklerimize kadar sinmiş durumda. Canhıraş bir şekilde haberleşiyoruz, sürekli mesaj alıp veriyor, yağmur gibi akan verileri takip ediyoruz. Sürekli görüşüyor, konuşuyor ve iletişiyoruz, ancak kim ne söylüyor, niye söylüyor, bir an durup düşünecek vaktimiz yok. Niye bu kadar haber meraklısı olduk? Neden birilerinin bizi sürekli yoklamasını, sorup soruşturmasını ister hale geldik? Neden ilgilenilmek istiyoruz? Tamam sesimizi duyurmak, fikrimizi ifade etmek güzel ama bunun ne kadar sadra şifa olduğunu, derde derman olduğunu hiç düşündük mü? Sözümüzün ve sesimiz birilerinin gönlüne mi erişiyor, yoksa ortadaki kakofoniye mi katkıda bulunuyor? Herkesin bağırdığı ve fakat kimsenin birbirini duymadığı bu ortamda konuşmanın ya da bağırmanın kime ne faydası var?
Sürekli bir şeyleri kaçırma korkusundan elimizden esas çıkıp gidenin hayata dair o esas duruşumuz olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Hayatı yakalayalım derken hayatımızın elimizden çıkıp gittiğini anlamalıyız. Birbirimizden haberimiz olsun derken aslında en kıymetli haberleri es geçtiğimizi, bu kadar ses, söz ve görüntü bolluğunun da aslında biz bu tuzağa düşelim diye oluşturulduğunu fark etmeliyiz.
Ekranlara baka baka, yüz yüze nasıl bakılır, bunu unuttuk. Her ilişki yatırım ister, her bakışın bir anlamı vardır, bunu ancak sürekli birbirilerini seyredenler, sürekli birbirilerini okuyarak zenginleşenler anlayabilir. Çünkü aslında muhatap olduklarımızda seyrettiklerimiz kendi gerçekliğimizdir.
Halimiz yok, çünkü ekranlara baka baka, yüz yüze nasıl bakılır, bunu unuttuk. Her ilişki yatırım ister, her bakışın bir anlamı vardır, bunu ancak sürekli birbirilerini seyredenler, sürekli birbirilerini okuyarak zenginleşenler anlayabilir. Çünkü aslında muhatap olduklarımızda seyrettiklerimiz kendi gerçekliğimizdir. İnsan insanın aynasıdır. Bu aynaya bakmak ve bu aynadan önce karşıdakini sonra da kendini okumak beceri ve istikrarla o işe yoğunlaşmak ister. Ekranlara çakılı kaldığımız günden bu yana bizler, birbirimizi seyretmeyi, birbirimizde mündemiç deruni hakikatimizi okumayı unuttuk. Birbirimizi seyretmeyi unutmak aslında kendi gelişimimize giden yolu tıkamak demekti.
Ekranlara takılı kaldığımız günden bu yana bizler halleşmeyi unuttuk. Halleşmek, birbirlerinin hallerinden kendi hallerinin şifasını bulup çıkarmak demekti. Sadece konuşmanın, dertleşmenin değil, sadece yüz yüze bakar olmanın, anlamlı bir sükût içerisinde kesik bakışlarla bir arada oturmanın bile yaralarımızı sağalttığı bir şifa iklimini, ekranların soğuk havasına terk ettik. Şimdi sadece ekranlara bakmaktan başka bir becerisi kalmamış insanlar, oradan yüzlere yansıyan ışık ile ısınmaya, oradan içinin soğukluğuna çare bulmaya çalışıyor. Nafile!
Ekranların soğuk yüzünden yansıyan o metalik ışık yüzümüze vuran o sahte parıltıdan başkasını veremeyecek. Onun yüzümüzde uyandırdığı geçici parıltı içimizin ışıması ile yüzümüze yayılan o güneş misali parlaklığın yerini hiç tutmayacak. İnsanı ağartacak yine insandır, ekran değil. Yüzümüzü ışıtacak olanlar, yüzleri güneş gibi parlayan içleri mamur insanların oluşturduğu muhitlerdir, o muhitleri aramalı ve bulmalıyız. Bunun için tez elden yapmamız gereken, ekranları karartıp, başımızı hayata kaldırıp, yüzümüzü insanlara çevirmektir.
Diğer türlü ekranların büyüsü ile iki dünyamız da harap olup gidecek.
Ekranı Kapatmak Veya Ekranlara Kapanmak
Haşim Akın
Bu dijital ekranlar, zannedildiği gibi sadece çocukları esir almıyor. Asıl esaret büyüklerden başlıyor. “Hocam insan sadece içkiyle mi sarhoş olur? Mesela benim annem gün boyu bilgisayar karşısındadır ve bununla sarhoştur. Bizi dinlemez ve ilgilenmez.” Diye feryadını dile getiren lise öğrencisine göre, bilgisayar ekranına kapanmak denilen şey bu değil midir?
Çocuğunun sınavlara hazırlanması için onu televizyonun olmadığı odaya kapatan, ama kendisi gece yarılarına kadar dizi seyreden anne- babalar neyi, nereye kilitlemiş oldular. Bu renkli camların büyüsü herkesi farklı bir kanaldan vurmaktadır. “Siz beğeninizi söyleyin biz ona uygun olanını da üretiriz” mantığı olduktan sonra fark etmez. “İster film izleyin, ister dizi… Beğenmezseniz size hararetli tartışmaların yapıldığı açık- oturumlar verelim. Olmadıysa içine hafif duygusallık, biraz da dindarlık kırıntıları serpiştirilmiş dizi ve filmlerle gözyaşlarınıza ve kalp kararmalarına talibiz.” der onlar.
Yaşadığımız bu çağda –yıllar önce bazı hoca efendilerin o günün şartları içerisinde söylediği gibi – “televizyonlar çöpe” kampanyası başlatamayacağız. Veya cep telefonsuz, internetsiz bir hayat hayal etmiyoruz. Ama galiba “bu renkli camlara karşı gönlü ve zihni kapatabilmek, esiri olmamak” gibi bir ilkeyi benimsemek gerekecek.
Yani ekranları kapatmak veya ekranlara kapanmak arasında tercih yapılması gerekiyor. Her ne kadar bu gün birçok bilgiye ulaşılması açısından vazgeçilmezler arasında yer alsa da bu aletler, gönül dünyasının inşasından çok, imhasına yakın duruşları nedeniyle dikkatli olunması gerekmektedir.
Evlerin en başköşesini işgal eden, vücudun ayrılmaz organı haline gelen bu icatlar için “hay bu icadı bulana…” demek yerine, onu yerinde ve güzel kullanmayı denemek gerekiyor. Haydi, cebimizdeki küçük telefon ekranlarından, evleri ve duvarları, hatta çarşı-pazar billboardlarına varıncaya kadar işgal eden bu ekranlara kapanmak yerine onları kapatmayı tercih edelim. Eski eserlerde, kabir taşlarını okumanın bile hafıza zayıflamasına neden olduğu kaydedilir. Bu büyülü ekranlar mezar taşlarından daha mı az zararsızdır? Düşünmek gerekiyor.
Cep Telefonunu Elinizden Bırakamıyor musunuz?
Sevilay Kösebalaban
Kent State Üniversitesi’nden Jacob Barkley ve Andrew Lepp’in araştırmaları, cep telefonu kullanımının yüksek olduğu özellikle üniversite çağındaki gençlerin bedenen sağlıklı ve zinde olma konusunda giderek artan bir tehlike içinde olduklarını gösterdi.
Araştırmacılar özellikle akıllı telefonlarla beden sağlığı arasındaki ilişkiye yoğunlaştılar çünkü televizyonun aksine telefon, küçük ve taşınabilir olduğu için fiziksel aktivitelerle birlikte kullanılmaya elverişli bir cihaz. Fakat araştırma bulgularına göre telefon, bu özelliğine rağmen kullanıcıların hareketsiz bir hayat tarzına alışmalarına sebep olabiliyor.
Araştırmaya katılan 300 üniversite öğrencisinin cep telefonu kullanma ve fiziksel aktivite oranları incelendiğinde, cep telefonuyla günde 14 saat birlikte olanların günde 90 dk. telefonla ilgilenenlere oranla bedenen daha sağlıksız ve bitkin bir durumda oldukları saptandı.
Öğrencilerden biri kendi durumunu şöyle ifade etti: “iPhone kullanmaya başladığımdan beri kesinlikle fiziksel aktivitelerim azaldı çünkü önceki telefonumun fazla özelliği yoktu. Ama şimdi canım sıkıldıkça bu telefona ne istersem yükleyebiliyorum.”
Sonucu değerlendiren Barkley ve Lepp, bu araştırmanın sahasında bir ilk olduğunu belirterek, gençlerin fiziksel olarak pasif bir hayat tarzının getireceği birçok sağlık probleminin tehdidi altında olduklarının altını çizdiler.
Doktorların, yıllar geçtikçe cep telefonlarının radyasyonu sebebiyle beyin tümörlerinde artış olacağı uyarısı kimseyi etkilemiş görünmüyor. Fiziksel olarak atıl ve oturarak yaşamaya alışmak ile zihnen sürekli sürekli değişen ve hareket eden ekranlara bakmak insanın ruh ve beden bütünlüğü için elbette büyük bir dengesizlik meydana getiriyor. Çünkü bedenen yorulmak, kasların çalışması, bir şeylerin üstesinden gelebilmek insana ruhen kazanımlar getiren bir durumdur. Uzun süre oturarak gözlerin ve zihnin sürekli çalışması sonunda uyuşukluk, iştahsızlık, can sıkıntısı ve anlamsızlık gibi ruhi boşluklar içine düşen insan, dönüp dolaşıp çareyi yine aynı cihazların başına oturmakta bulur. Oysa bin bir yetenek ve kapasite ile yaratılan insanın dünya serüveninde gerçekleştirebileceği ne çok şey mevcuttur.
Bu sebeple hayatımıza anlam veren önceliklerimizi iyi belirlemeli, alışkanlıklarımıza dikkat ederek nelere niçin bağlandığımızı, onların bize hangi hisleri verdiğini iyi değerlendirmeliyiz.
“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır” (Necm 19) ilahi ikazı pusulamız olmalıdır.
(10 Temmuz 2013, Jacob Barkley ve Andrew Lepp, Kent State Üniversitesi, Ohio, ABD, International Journal of Behavioral Nutrition and Physical Activity, sciencedaily.com)