İmamlar hangi esaslardan hareket ederek bir sistem ortaya koymuşlardır? Kur’an ve sünnetten nasıl hükümler çıkarmışlardır? Kur’an dilinin özellikleri, sünnetin dindeki bağlayıcılığı, aklın hüküm çıkarmadaki işlevselliği nedir? İslam fıkıh usûlü işte bu sorular etrafında şekillenmiş bir ilimdir. Bu yönüyle bütünüyle Müslümanlara ait bir ilimdir.
Câbirî şöyle bir tespitte bulunur: “İslam medeniyetini, ürünlerinden biriyle adlandırmak gerekirse, onun için ‘fıkıh medeniyeti’ dememiz uygun olacaktır. Nitekim Yunan medeniyeti için ‘felsefe medeniyeti’, çağdaş Avrupa medeniyeti için ‘bilim ve teknoloji medeniyeti’ diyoruz. İslam medeniyetinin fikrî ürünlerine ister nicelik ister nitelik açısından bakalım, tartışmasız fıkhın ilk sırayı aldığını görürüz.”
İslamî ilimler içinde fıkhın çok güzide bir yeri var. Tefsir, Kur’an’ın anlam dairelerini, hadis, Allah Rasûlü’nün sünnetlerinin sıhhat ve anlam çerçevelerini tespit etmeye çalışır. Fıkıh ise bu iki kaynaktan, İslam ümmeti ve fertlerinin, ibadetten hukuka kadar ihtiyaç duyacağı bütün amelî hükümleri çıkarır. Tefsir ve hadisin bıraktığı yerden işe başlayarak, bu ilimlerin sonuçlarını insanların ihtiyaçlarına göre süzüp hayata damlatır. Bu bakımdan tefsir ve hadis daha çok teorik ilimler iken, fıkıh pratik bir karakter arz eder.
İslam’ın yükselişi ile birlikte, çok geniş bir alanda, İslamî esaslara göre çözüm üretme zorunluluğu belirmiştir. Söz konusu alanın çerçevesini, devlet idaresi için gerekli yasal düzenlemeler, fethedilen toprakların taksimi, ticaret ve uluslararası ilişkiler, ibadetlerin muntazam bir biçimde yerine getirilmesi, belli ceza ve yaptırımların tespiti, toplumsal ve gündelik davaların çözümü gibi konular oluşturur. Bu konulardaki çözüm arayışı fıkıh ilmini ortaya çıkarmıştır.
İslam coğrafyasının çok hızlı bir şekilde büyümesi ve çok farklı din, kültür ve etnik kimlikten insanın İslam’a girmesiyle, fıkha ne denli önemli bir görev düştüğü az çok tasavvur edilebilir.
Bu nedenle henüz sahabe döneminden başlamak üzere, âlimlerin en çok mesai harcadıkları, zihinsel enerji sarf ettikleri alan fıkıh olmuştur. Deyim yerindeyse İslam ümmetinin dâhileri, en cins kafaları kendilerini fıkıh alanında göstermişlerdir. Zira yukarıda betimlemeye çalıştığımız alan, derin bir bilgi, keskin bir zekâ, güçlü bir muhakeme ve mukayese yeteneği ve sağlam bir irade gerektirmektedir. Bu özellikleriyle fıkıh, sadece toplum için hukuk üretme mekanizması değil, aynı zamanda bir düşünce üretme alanı olmuştur. Bu bakımdan fıkıh büyük çaptaki insanları adeta bir mıknatıs gibi kendine doğru çekmiştir.
Hicrî II ve III. yüzyıllar İslam fıkhının altın çağıdır. Bir başka deyişle büyük imamlar çağıdır. Bu dönemde, İmam-ı Azam Ebu Hanife, Ebu Yusuf, İmam Muhammed, İmam Mâlik, İmam Şâfiî, Ahmed b. Hanbel gibi büyük imamlar çıkmış, İslam fıkhının temellerini atmışlardır. Onların Kur’an ve sünneti anlama ve onlardan hüküm çıkarma konusunda inşa ettikleri sistemler, dehâ ürünü yöntem ve esaslar, meselelere verdikleri fetvalar kolay kolay aşılamamıştır. Bu sebeple onlardan sonra gelen âlimler, bu büyük imamların izinden gitme zorunluluğu duymuşlar, onların kurduğu sistemi daha ileri seviyeye taşımanın gayretini kuşanmışlardır. Böylelikle farklı fıkıh mezhepleri ortaya çıkmıştır.
Müslüman âlimler asırlar boyu, tabi oldukları mezhebin görüşleri çerçevesinde fıkıh kitapları, hukuk külliyatları telif etmişlerdir. İslam coğrafyasının karış karış her bölgesinde kütüphaneler dolusu fıkhî eserler yazılmıştır. İlk dönemlerde telif edilen eserler üzerine zamanla şerhler, haşiyeler, talikler yazılarak fıkhın sürekliliği, canlılığı ve işlevselliği sağlanmıştır.
İslam fıkhı gibi, İslam fıkıh usûlünün tarihi de söz konusu döneme dayanır. İmamlar hangi esaslardan hareket ederek bir sistem ortaya koymuşlardır? Kur’an ve sünnetten nasıl hükümler çıkarmışlardır? Kur’an dilinin özellikleri, sünnetin dindeki bağlayıcılığı, aklın hüküm çıkarmadaki işlevselliği nedir?
İslam fıkıh usûlü işte bu sorular etrafında şekillenmiş bir ilimdir. Bu yönüyle bütünüyle Müslümanlara ait bir ilimdir. Muhammed Hamidullah’ın da belirttiği üzere, ilk kez Müslümanlar tarafından icat edilen bu ilmin bir benzerini, ne Yunanlılar ve Romalılar’ın bulunduğu Batı’da ne Babil, Çin, Hindistan, İran ve Mısır’ın bulunduğu Doğu’da ne de bir başka yerde görmek mümkündür.
Fıkıh ilmi denince sözü geçen âlimler içinde Ebu Hanife’nin (v. 150/767) tartışılmaz bir yeri vardır. Onun hakkında, “Âlimler fıkıhta Ebu Hanife’nin talebesidir” diyen İmam Şâfiî de, İmam Muhammed kanalıyla onun fıkhî yönteminden istifade eder. Bununla birlikte İmam Şâfiî (v. 204/820), o büyük aklî kuvvet ve dirayetiyle kendine has bir yorum geliştirir ve ondan sonra pek çok âlim onun yolunu izler.
İmam Şâfiî kendinden önce yapılmayan çok önemli bir iş yapar ve İslam Fıkıh Usûlü’ne dair bir eser tedvin eder. Er-Risâle adını verdiği bu eser, İslam İlimler tarihinin ilk fıkıh usûlü eseridir. İmam Şâfiî bu eserinde, öncelikle fıkhın temel kaynağı Kur’an’ın dilsel özellikleri, dilin ve yapının anlamlar üzerindeki etkisi gibi konuları inceler. Bir başka deyişle Kur’an’ın dil felsefesini yapar. Zira Kur’an’dan hüküm çıkarmak için ilk ve en önemli şart, onun lügatî karakterini çok iyi tanımaktır. Daha sonra Allah Rasûlü’nün söz, fiil ve takrirlerinin niteliği, rivayetlerin aktarılmasında gözetilmesi gereken temel prensipler gibi konuları ele alır. Kitabın sonunda selef âlimlerinin ittifak ettikleri görüşlerin (icmânın) özelliklerini ve bir hüküm çıkarma yöntemi olan kıyas konusunu işler.
İmam Şâfiî’nin tespit ettiği bu temel ilkelerden hareketle, daha sonraki usulcüler, İslam fıkıh usûlünü zenginleştirirler. Sadece Şafiî mezhebine mensup âlimler değil, her mezhepten âlim, fıkıh usûlüne dair kendi mezhebinin prensiplerini ortaya koyan eserler yazar. Bu eserler zamanla daha sistematik, daha mükemmel bir nitelik kazanır. İmam Gazzâlî’nin Mustasfâ’sı bunun en güzel örneğidir. Ancak İmam Şâfiî’nin koyduğu kurallar ve ana çatı, bu eserler üzerinde her zaman etkinliğini sürdürür. (Bk. Muhammed Âbid Câbirî, Arap-İslam Aklının Oluşumu, s. 109-129)