Bedri Gencer, Yusuf Kaplan’ın deyimiyle, İslâmî ilimler ile sosyal bilimleri birleştirerek düşünce üreten âlim-mütefekkir tipini belirten “yeni düşünür tipi”nin parlak, öne çıkan temsilcisi. O resmen bir sosyal bilimci olduğu halde, konuştuğu zaman asırlara uzanan kadim bir geleneğin tâ içinden adeta sarıklı bir İslâm âlimi gibi konuşan, insanları dünyaya hikmet perspektifiyle bakmaya çağıran istisnaî biri. Kendisi ile yeni neslin cemaat algısını, bireyselliği, gençlere yönelik faaliyetlerde samimiyeti konuştuk.
HER BİRİMİZ TEK BİR NEFİSTE BİRLEŞMEYİ ARZULUYORUZ
Daha önce sizinle yine bu sayfalarda konuştuğumuz zaman, yeni bir tablet neslinin geldiğini ve bu neslin yüzlerce gb (gigabyte) bilgiye sahip olmasına rağmen pek fazla derinliğe ulaşamadığını ifade etmiştiniz. Bu tablet nesli ile cemaat olgusunun da aşındığını görüyoruz. Organize dini hareketlere şüphe ile yaklaşılıyor. Daha içe dönük, bireysel bir inkişaf geliştirmenin gerekliliğine inanıyorlar. Doğrular mı?
Yanlışlar. Eflatun’dan bildiğimiz gibi, insanların duyu organlarıyla algıladığı mahsûsât âleminden sonra başlayan makûlât âlemi olmak üzere iki âlem vardır. Mahsûsât âleminde yaşayan insan, dünyayı hissederek tanır. Dikkat ederseniz, bir bebek hareketlendiği zaman her şeyi, yanan bir sobayı bile dokunarak, hissederek tanımaya çalışır. Kur’ân-ı Kerim’de buyurulduğu gibi Rabbimiz, bütün insanları tek bir nefisten yaratmıştır. Tek bir nefsin çoğalmasından, parçalanmasından ontik bir ızdırap duyan insanların bilinçaltında hep farktan cem’e geçerek tekrar tek bir nefiste birleşme iştiyakı vardır.
Câmi, lâfzen cemaati toplayan yer demektir. Câmide omuz omuza saf tuttuklarında ancak muhabbetin bir elektrik gibi birbirine aktığı insanlar arasında bir birlik şuuru oluşur. Bir diskotekte çılgınca bir müzik eşliğinde kendilerinden geçen insanlar örneğinde görüldüğü gibi, sekülerleşme sürecinde bu eğilim sadece kılık değiştirmiştir. Bugünkü sosyal medya nesli ise bu sekülerleşmiş cemaatleşme tarzının bile ötesinde his ve muhabbetin kaybolduğu, insanın birbirinden tamamen koptuğu, yabancılaştığı sanal bir dünyada yaşar hale geldi. Ben, buna “apati* çağının alacakaranlığında yaşamak” diyorum. Burada yaşamaktan kasdımız, sadece nefes alıp vermeden ibaret biyolojik bir yaşamadır. Çünkü hissin kaybı, insanın ölümü demektir.
Organize dini hareketlere şüphe ile yaklaşan bu yeni nesle karşı dini hareketler kendilerini güncellemeli ve gençlere yaklaşımda yeni yollar aramalılar mı?
Mevcut dini hareketler, yeni nesle özgü sanal cemaatleşme olgusuna karşı kendilerini uydurmanın, gençlere yaklaşmanın yeni yollarını bulabilirler. Ancak bu, son tahlilde yanlışı düzeltme yerine, onu veri alarak ona misilleme, kendimizi uydurma eğilimi olarak görülebilir. Zira dediğimiz gibi yeniden tek nefsde buluşmaya yönelik cemaatleşme, sanal (virtual) değil, ancak reel (sensual) bir dünyada gerçekleşebilir.
SORUN, ÖZÜ’NDE A’RAFTA KALMAKTAN KAYNAKLANIYOR
Gençlere yönelik eğitim faaliyetlerinde bulunan kurumlar, biz gençlerin dilini anlama ve sadra şifa olma konusunda bam telini tam yakalayamıyorlar diye düşünüyorum. Ne dersiniz?
Problem, özünde günümüz toplumunun a’rafta kalmasından kaynaklanmaktadır. Yani dinî cemaatlerdeki yetişkinlerin kendileri gelenek ile modernlik arasında bocaladıkları, sünnete uygun sağlıklı bir hayatı başaramadıkları için ne gençlerin sanal dünyasına nüfuz ederek onlara hitap edebiliyorlar, ne de onlara geleneksel çerçevede gerçek bir cemaatleşmenin sağlanacağı otantik bir alternatif sunabiliyorlar.
METODOLOJİ DEĞİL, İLİM ÂDÂBI
Okullarımızda derslerimize giren hocaların ilgili konuyu anlatıp gittiklerini, kişisel olarak biz gençlerle oturup muhabbet ortamı kuramadıklarını ve dolayısıyla gönülden gönüle bir yol açılmadığını müşahede ediyoruz. Siz ne düşünüyorsunuz bu hususta?
Bunun ortam ve insan unsuruyla ilgili üç temel sebebini teşhis edebiliriz. Birincisi, en başta usûl olmadan (maksada) vusûlün olamayacağını söylemeliyiz. Buradaki usûl kavramı, zannedildiğinden daha derin bir kavram, âdâb demektir; yani “ilmin usûlü”, modern dünyada zannedildiği gibi öncelikle metodoloji değil, “ilmin âdâbı” demektir. Varlığın önü ve sonu muhabbettir; eğitim ve öğretimin, cemaatleşmenin de nihâî gayesi, muhabbeti yakalamaktır. Muhabbete giden yol ise sohbetten geçer. Bugün tasavvuf akademisyenleri dâhil insanlar ise, sohbet ve muhabbet kavramlarının aslî anlamlarına nüfuzdan âcizler. Kur’ân-ı Kerim’de de geçtiği gibi sohbet, birine bir cihetten yaklaşmak, yanında durmak, muhabbet ise cihât-ı sitte denen ön-arka, sağ-sol ve aşağı-yukarı olmak üzere altı yönden yaklaşmak, kuşatmak demektir. Bu beraberliğin halka şeklini alması, sohbetten muhabbete intikali sağlar. Mescid-i Nebî’den itibaren câmilerde sohbet, ders ve zikrin hep halkalar şeklinde icrâsı bu yüzdendir.
Dinî cemaatlerdeki yetişkinlerin kendileri gelenek ile modernlik arasında bocaladıkları, sünnete uygun sağlıklı bir hayatı başaramadıkları için ne gençlerin sanal dünyasına nüfuz ederek onlara hitap edebiliyorlar, ne de onlara geleneksel çerçevede gerçek bir cemaatleşmenin sağlanacağı otantik bir alternatif sunabiliyorlar.
Bu bakımdan bugün modern okullarda sınıf dediğimiz mekânlardaki oturma düzeni, halka şeklinde muhabbeti sağlamaya yönelik değildir. İkincisi, insanların affedersiniz tuvalete gittikleri ayakkabılarla bulundukları bir mekânda eğitimin bereketi, feyzi olamaz. Üçüncüsü, eskiler “Kendisi muhtâc-ı himmet bir dede / Nerde kaldı gayriye himmet ede” demişler. Bugün öğretmen ve hocaların çoğu, öğretim ile eğitim arasındaki farktan haberdar değiller ki öğrencilere eğitim verebilsinler. Din, köyde âdet, şehirde ise sünnet boyutunda öğrenilir ve yaşanır. Arapça “ed-Dîn fil-medîn” (Din, medinededir) sözünün de belirttiği gibi şehirli İslâm, sünnete=edebe uygun dindarlık demektir; din, şehirde Peygamber Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’ın sünneti olarak öğrenilir ve yaşanır. Özellikle 1960 ve ‘80’lerden itibaren insanımız hızla köylerden büyük şehirlere göç ettikleri, bu yüzden İslâm’ı ne köyde âdet, ne de şehirde sünnet boyutunda öğrenemedikleri için öğretmen ve hocalar da öğrencilere örnek olamıyorlar.
Eğitim faaliyetlerinde samimiyet ve cana yakınlık nasıl oluşturulabilir?
Öze dönerek oluşturulabilir, başka yolu yok.
MARİFET İLTİFATA TABİDİR
Sizin kendinizi yetiştirme sürecinizde hocalarınızın özel ilgisinin ve içinde bulunduğunuz çeşitli dindar kurumların samimi yaklaşımının etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?
Kesinlikle. Ben aslen Konyalı ama doğma büyüme İstanbul Fatihli bir ailenin çocuğuyum. Elhamdülillah, İstanbul İmam-Hatip Lisesi’nde okuduğumuz zaman Sâmi (1892-1984), Zâhid (1897-1980) ve Mehmed (1903-1991) Efendilerimiz gibi hakiki Allah dostları alim ve velileri tanımış hoca ve ağabeylerimizin ilgisinin bereketini gördük. Mezkûr hakiki Allah dostlarına hayatım boyunca duyduğum içten sevgi, amellerin en faziletlisinin Allah için sevmek, Allah için buğz etmek olduğunu bana hakkal-yakin öğretti. Bugün de gençliğe kazandırılması gereken en önemli şeyin, “el-hubbü fillâh, el-buğzu fillâh” şuuru olduğuna inanıyorum. İlk gençlik yıllarımızda Allah uzun ömürler versin, Emin Saraç ve Halil Günenç gibi hocalarımızdan da ders ve feyiz almaya çalıştık.
Çok küçük yaşlardan itibaren dile karşı özel bir ilgi ve kabiliyetim olduğu için İmam-Hatip yıllarında da en iyi derslerim, Türkçe, Arapça ve İngilizce idi. Bu yüzden okulda Günseli Dönmez ve Abdullah Kılıç isimli Türkçe ve şu anda Marmara İlahiyat’ta profesör olan Mustafa Usta isimli Arapça hocalarımın yakın ilgi ve teveccühünü gördüm. Hatta ortaokul 2’de daha 12-13 yaşında bir çocuk olduğum halde Mustafa Usta hocamın Arapça konusundaki azmim sebebiyle bana “profesör” diye hitap ettiğini hatırlıyorum. Şimdi okullarda bu tür bir sıcak öğrenci/öğretmen ilişkisi var mı bilmiyorum açıkçası.
* apati: duygu yitimi, hissizlik ve duygusuzluk durumudur.