Vahdet, Mektup, İslam, İlim ve Sanat, Bu Meydan, Objektif, İmza, Akdoğuş, Altınoluk, Selam, Gülçocuk, Teklif, Cuma,Yörünge gibi dergileri takip ederdik. Zikir halkalarına katılırdık. Üç İhtilal Çocuğu’nu okumuştuk Cihan Aktaş’ın...
Lise 1’deyken ben dünyayı keşfetmeye çalışıyor idim. Dünyayı keşfetme çabası her insanda olur. Azıcık aklı başında olan tanımaya, anlamaya çalışır, etrafında neler oluyor ne bitiyor; bakar, inceler, keşfeder, gözlemler...
Etrafımda o kadar çok şey beliriyordu ki, bunlardan hangilerini önemsemeliyim diye düşünürken, ben bunu Müslümanlıkla ilgili olan bitenler nelermiş, onu seviyim o tarz şeyleri anlayayım diye bakınıyordum. Çeşitli Müslüman tipleri gördüm, o tipoloji ne yapıyor, bu tipoloji ne yapıyor şu tipoloji ne yapıyor derken kendisini tasavvufla ifade eden, risale-i nurla ifade eden, parti ile ifade eden, kendisini parti sistemini reddetmekle ifade eden Müslümanlar gördüm. Bir kısmı dergiler çıkarıyordu, bir kısmı modern tekkelerde gerçekleştiriyordu o çalışmalarını. Dernek, STK, vakıf, dergi gibi çalışmalardan hangisi neyin nesidir anlamaya çalışıyordum. Herkesle konuşmuyordum; anlama çabasında olan arkadaşlarla konuşmayı tercih ediyordum. Okuduğum okuldan dolayı bu konularda ilgisi-bilgisi olan insanlar etrafımda vardı Allah’a şükür.
Türkiye’nin ilk Anadolu İmam Hatip Lisesinde okuyordum. Öğrenmeye çalışmanın gerektirdiği tevazu ile – çünkü öğrenme çabası tevazuu gerektirir- okuyan, sorgulayan, merak eden, ümitsizliğe kapılmayan, böyle arkadaşlarla Sezai Karakoç’u ziyarete gittik Lise 1’de iken. Daha 11 yaşında iken yatılı okuldan kaçıp Merhum Esad Coşan Hoca’nın hadis dersine giderdik. Saat beşte pansiyonda olmamız gerekiyordu. Biz akşam yedi buçuk, sekizde dönebilirdik pansiyona. Çünkü Esad Hoca’nın dersi 5’te başlardı. Geç geldiğimiz için belletmenden dayak yerdik. Ertesi hafta yine geç dönerdik, bu sefer önce belletmen sonra müdür döverdi. Dayaktan ikindi namazının kış saati uygulaması ile erken saatlere gelmesiyle kurtulurduk. Çünkü İskenderpaşa Camii’nde hadis dersleri ikindi namazından sonra olurdu ve ancak böyle durumlarda yurda çok geç dönmek durumunda kalmaktan kurtulurduk. Aklımıza sohbete gitmemek gelmezdi. İyi ki de gelmezdi. Elhamdülillah gelmemiş.
Başka konuşmalara, seminerlere, sohbetlere, konferanslara yatılı okulda okuyor olmamıza rağmen sık sık gitmeye çalışırdık. Bunları yapıyor olmanın bir kısım zorlukları vardı. Bu toplum içerisinde kendini Müslüman olarak görmenin öyle zorlukları var ki... Ama öte yandan öyle güzel bir kıyafet ki bu kıyafet üzerinden çıkmıyor. Müslümanlığından dolayı birileri seni yargılıyor. İmam hatipte o kadar çok yargılama yok idi. Sadece farklı mantalitelerin tartışmaları oluyordu. Fakat ben bu mantaliteleri anlamaya çalışan biri olarak böyle tartışmaya ve kavgalarda her taraftan, her gruptan yana olma gibi bir kaderi yaşıyordum. Yani iyi niyetli eleştirenlerin ve hakkı yenilerek eleştirilenlerin hepsinden olmak gibi bir kaderi yaşıyordum. Bunları genç olarak kaldırmaya çalışmak zordu. Hakkaniyeti kaybetmeden farklı gruplardaki Müslüman kardeşleriyle kucaklaşmak hiç de kolay değildi…
Yaşaması kolay olmayan bir şey daha vardı: Param olmazdı benim, hiç olmazdı. 8 kardeşiz, ailem Amasya’daydı. Bana harçlık gönderemezlerdi. Hayırsever amcalardan ufak tefek para yardımı alırdık, bununla aylık otobüs parası gibi ufak tefek ihtiyaçları halledebilirdik. Beykoz’ da kitapçı bulunmadığından Fatih’e gitmek zorunda kalırdık. Velhasıl para demek benim için bir yazarın konuşmasını dinlemeye gitmek demekti. O konuşmaya gitmek için, onun kitabını almak için para lazımdı. Okuyorduk işte. Yatılı okulun kütüphanesinde okuyorduk. Meraklıydık ve kütüphanede garip farklı ne varsa okuyorduk. O dönemlerde şu da vardı: Kitap okumak adeta suç gibiydi. 12 Eylül sonrası kitaplara ve kitap okuyanlara öcü gibi bakıldığı bir dönemden geçiyorduk. Daha küçüktük ama kitap okuyanlara nasıl bakıldığını fark edebiliyorduk. Okul müdürü bir ara bize ‘Siz ne okuyorsunuz böyle bu kadar’ diye fırça bile atmıştı. O kitapları okuyunca daha eleştirel, daha anarşist düşünceler sahibi olmaya başladım. Okuduğum imam hatipte arkadaşlarımız yoldan geçen arabaların markasını bilme yarışı yaparken, film seyrederken, kantinde, yatılı olmayanlar hafta sonu yaptıklarını yatılı olanlara anlatırken, marka kültürü yaşanırken, arkadaşlarımız bunlarla uğraşırken biz birkaç arkadaşla bir yazarın kitabı hakkında bahsediyor, Cahit Zarifoğlu, Sezai Karakoç, Ömer Karaoğlu anlatıyorduk birbirimize.
Bir hadisten konuşuyorduk, İran devriminden bahsediyorduk. Abdulkadir es Sufi’nin yaşadığı değişimi konuşuyorduk, kitap dergilerini takip ediyorduk. Diriliş dergisinin eski sayılarını okuyorduk. Dinazor, Fit ve Cıngar gibi mizah dergilerinin çıkmasına sevinip kısa bir süre içinde kapanmalarına da üzülüyorduk. Milli Gazete’den İsmet Özel’in Cuma Mektupları isimli tam sayfa köşesini okuyorduk. Tasavvufu inkar eden ağabeylerin dergileri vardı, onları okuyup tartışıyorduk. İslam’da parti var mıdır, hükmü nedir; bunları tartışıyorduk. Vahdet, Mektup, İslam, İlim ve Sanat, Bu Meydan, Objektif, İmza, Akdoğuş, Altınoluk, Selam, Gülçocuk, Teklif, Cuma,Yörünge gibi dergileri takip ederdik. Zikir halkalarına katılırdık. Üç İhtilal Çocuğu’nu okumuştuk Cihan Aktaş’ın. Mustafa Yazgan’ı dinlediğimizde ellerinin parmaklarının küçük olmasına hayret etmiştik.
Dilimizde o zaman da marşlar, ezgiler vardı. Bant tiyatroları, tefsir dersleri, Risale-i Nurlar, Hafız Edhem’den şiirler, Cemal Kamacılar, Yılmaz Aydınlar, Şevki Yılmazlar, Mahmut Toptaşlar…
Ben aslında hâlâ lise 1’deyim.Dilimde marşlar, ezgiler; elimde kitaplar, dergiler… Çok şükür!