Merve Kurtoğlu
Cihan Aktaş, öykücülüğün yaşayan en iyi isimlerinden biri. Son kitabı “Ayak İzlerinde Uğultu” İz Yayıncılıktan çıktı. Kendisiyle kitabı bağlamında, mülteciliği, muhacirliği konuştuk; kitabında geçen öykülerden söz ettik.
Kitabınızdaki öyküler, kalmakla gitmek, mekanla mekansızlık, aşina olunanla yabancı olunan; ertelenen dönme düşüncesi, mültecilik, umutlar, göçmenlik, kırgınlık gibi düşüncelerle ve durumlarla ilintili. Bu öykülere, kaldırılamayan sınırların öyküsü diyebilir miyiz? Sahi sınırları olmayan bir dünya mı hayal ediyorsunuz?
Sınırlar her zaman kusurludur ve yine sınırlar her zaman bir imkân anlamına gelir. Sınırları olma, o sınırların ötesine de işaret eder. Sınırın ta kendisi, bu yanında ve ötesinde neler olduğunu düşünmeye yönlendirir. Özgürlük dahi aşılması gereken sınırlarla birlikte tanımlanır. Özgür olmak sınırlardan yoksun olmak değil, insana has bir kendini aşma ya da derinleşme çabası; bir tür olgunlaşma. Sınırlar bir şekilde her zaman var oldu ve olacak, ama beni tedirgin eden “kanlı sınırlar”. Ben ulus devlet ve yeni sömürgeciliğin halklara biçtiği dar giysilerin çatırdamaya devam eden dikişleri gibi algılıyorum sınırları. Sefaret önlerinde vize almak için bekleyen kalabalıklar, konteynerler içinde balık istifi sınırları aşarak çalınmış ekmeğini arayan yoksullar, sınırların içindekini tek tip bir topluma dönüştürmeye dönük baskıcı mühendislik işlemleri, gümrüklerden geçmeye çalışan insanlara yöneltiyor dikkatimi.
GİTMENİN SAYISIZ ÇEŞİDİ VAR GİDEMEMENİN DE…
Ve hicret... Gözü arkada kalarak yola düşmek...
Dünyevi sınırlar içinde gidişler arasında en ağırı, istemeyerek yola çıkış anlamında hicrettir. Akıl ve gönül geride kalmışken kendini şartlara teslim etmeden yola düşüren anlam için çabalamayı sürdürecektir muhacir. Mülteci, başka bir kategori. Gitmenin sayısız çeşidi var, gidememenin de. Gidememeye tahammülün de çeşitli yolları var. Hafız, Şiraz’dan hiç çıkmadan yazmış divanını, çok çarpıcı bulurum bunu. İnsan muhayyile gücüyle de gidebilir.
İnsan ölümü göze alarak yaşadıklarından, yaşantısından kaçabiliyor. “Konteynır İçindeki Kırk Dördüncü Kişi”den öğreniyoruz bunları. Göç etmek başka biri olmak için atılan bir adımsa başka biri olmak ölmek değil mi aslında?
Göç etmek çoğu zaman başka biri olmak yerine, kendini korumak, kendisi olarak kalabilmeyi başarmak için bir çare olarak görülüyor gibi geliyor bana. Doğru, insan bazen kendinden usanır, ama yine de tamamen vazgeçmez kendinden. Yola düşerken de kimisi basitçe rızkını arama amacını güder, buna mecbur kaldığı için. Kimisi için bir şeylerden kaçıştır sebep, kimi de bir gelişme yolu sayar şehir veya ülke değiştirmeyi. “Konteyner İçindeki Kırk Dördüncü Kişi” başlığını taşıyan öykünün kahramanı gibi işgal kurbanı gençler var bir de, ölümü göze alarak işgalcilerin ülkelerinde adeta kendilerinden çalınan ekmeklerini yeniden kazanmanın düşünü kuruyorlardır.