Tarafız güzel kardeşim; Hakk’ın, adaletin, merhametin tarafındayız. Yanımız mazlumun yanıdır. Ama kendimize ait bir “seyr” faaliyetine girişmeden buna muvaffak olamayız. “Seyr” etmezsen, serpilip yetişemezsin; “seyr” etmezsen bir geleceğin olmaz. Senin “seyr” etmeni istemeyenler, seni zamansız, Allahsız ve kitapsız işlere sokarak harcamak istiyorlar. Senin sen olmanı istemeyenler, seni ve geleceğini çalmak istiyorlar.
Son olaylar hakkında ne düşündüğümü soruyorsun kardeşim. Bana ne düşündüğümü değil ne yaptığımı sormanı tercih ederdim. Ne yaptığımı bilmek isteseydin keşke… Bana göre hayatta iki tip insan var. Bir tarafta binbir cümbüş içindeki şu aleme uyum sağlayıp sürekli bir işin, oluşun ve olduruşun peşinde “seyr” edenler, diğer tarafta ise ne yapacağını bilemez, ne tarafı seçeceğini tayin edemez halde olup biteni sadece seyredenler… Tarih birincilerin oluşturduğu bir şeydir, bunu bilirim. İkincilerin oluşturduğu bir şeyi yazmış mıdır tarih, bilmem.
Sana “seyr” eden birisi olmanı tavsiye ederim. Seyr edenin bir gün muhakkak zamanı gelir. Herkesin zamanı gelir şüphesiz. Ama bu noktada yine iki tip insan vardır ki birisi zamanına yakalanmıştır, diğeri zamanını yakalamıştır.
Zamanına yakalanmış insan, gafil avlanmıştır. Zamanı gelip çatmış ve fakat o bir hazırlık yapamamıştır. Zaman getirip hükmünü onun önüne koymuş, onu kendine tâbi kılmıştır. O zamanının esiri olmuş, onun kendisine biçtiğini giymekten başka çare bulamamıştır. Seyredenler böyle insanlardır.
Zamanını yakalamış insan ise, zamanını kendine tâbi kılmıştır. Sürekli bir işten diğerine seğirtmiş, biri ile yorulup diğeri ile dinlenmiş, bu yüzden herkese miyar olmuştur. Zaman da, kendisine uymayan ve fakat kendisine uyduran bu insana bakarak hizaya girmiş, onu başına taç etmiştir. “Seyr” edenler böyle insanlardır.
“Seyr” etmek ve fakat seyretmemek nasıl olacak? Ne demek “seyr” etmek ve fakat seyretmemek? Seyr etmek, içinde atıp duran bir sancının rehberliğinde dünyaya doğru seğirtmektir. Seyretmek ise o sancıyı, o sızıyı, o derdi yok saymak, kendinden başka gündem tanımamak, kendi çeperinde kendi derdinle kalmaktır. Dikkat et; seyr eden, içindeki sancının izini süren insandır. Seyreden ise onu yok sayan, kendine ait suni dertlerin peşine düşen, o yüzden de hep küçük, çapsız ve dar kalmaya hüküm giyendir.
İçimizde bir sancı var. Hisset ya da hissetme… Bir sızı… Adına dert de diyebilirsin. Göğsünün orta yerine oturmuş. Zaman zaman gözlerini alıp götüren, arada nöbeti geldiğinde, ilgisiz yerlere bağladığın bir yara… O orada, mahiyetini bilemediğimiz bir yerde ve zamanda bizi Yaratan’ı gördüğümüz andan bu yana kanayıp duruyor. Niye kanıyor? Çünkü biz ayrı düştük. O’ndan ayrı düştük, evimizden ayrı düştük, dostlardan ayrı düştük. Düştük ama çabuk kalktık. Kalkıp da dünyaya yöneldiğimiz günden bu yana o yara içimizde, o andan ve O’ndan bize yadigardır. O kanadıkça bizim yüzümüze güller yürür. O sancıdıkça etrafımız yeşerir. O sızladıkça bir sonsuzluk bestesi çalmaya başlar. O kanar, biz kanarız. O acır, biz rahatlarız. O bizim hayat kaynağımızdır. Seyr mi istiyorsun? İşte o yarayı tıpkı bir annenin çocuğu büyütmesi gibi hasretle, şefkatle, merhametle büyüterek başlayacaksın. O sızı, seni şu dünyaya neden gönderildiğini anlamakla başlayacak bir yolculuğa götürecek. Bir yolculuk ya da bir seyr ki hayat tam da bu yüzden verildi.
“Seyr” in ilk adımı şu soru ile atılacak: “Ben neden geldim? Bu eller, bu gözler, bu zihin, bu bakış, bu idrak niye bu kadar özel…” O sızı önce sana kendini fark ettirecek. Sonra sıra etrafındakilere gelecek: “Neden bu insanlar, neden bu zaman, neden bu kurgu, neden orası değil de burası, neden o zaman değil de bu zaman…” O sızı sana etrafını da fark ettirecek. Kendinle çevren arasında bir irtibat kuracaksın. Kazan ile kapak arasındaki irtibat gibi… Maiyetinden mahiyetine yol bulacaksın. O irtibat bir idrak yeşertecek. İlk işaretler gelmeye başlayacak sonra… Hakkındaki murada dair ilk işaretler belirecek. O işaretler sana bir yol açacak. Seyrin, kendine ait o yolda devam edecek. Soruların bitmeyecek ama… Sorular bitmez. “Dünya neden böyle” diyeceksin. “Burası benden sorulmayacak mı?” diyeceksin. “O ki beni kendisi adına göndermiştir, elimi, kolumu sıvayıp işe girişmem gerekmez mi?” diyeceksin. Soruların seni zalime götürecek, mazluma götürecek. Soruların seni kıyama götürecek, cihada götürecek. İçindeki sızı, dışındaki mazlumun sızısıyla buluşacak. İçindeki sızı, dışındaki mazlum olacak; dışındaki mazlum içine sızacak. İçin dışına karışacak. Ben diyemez hale geleceksin. Sızladın mı ümmet sızlayacak. Ümmet sızladı mı sen sızlayacaksın. İşte o an, ayağın yere, başın göklere değecek. Sen belki fark etmeyeceksin, ama alnını melekler sıvazlayacak. İçinde kanayıp duran o sızı bu andan itibaren âb-ı hayatın olacak; sadece seni değil dokunduğu herkesi sonsuzluk ülkesinin sevdalısı yapacak. O zaman seyrin daha farklı bir mânâ kazanacak. Bana kızıyor, “ben olaylar diyorum, sen ne diyorsun” diye çıkışıyorsun. “Olup biteni seyretmiyor musun” diye soruyorsun. Olup biteni seyretmiyorum, çünkü şu an tutturduğum seyrim buna manidir, ben seyredemem, bir şekilde olayın içine girmiş zihnim, gönlüm ve ruhumla zaten seyir tarafında değil, işin içindeyim. Hatta öncesinden, evvelinden, ta bidayetinden bu işin tam göbeğindeyim. Tarafsız kalamayacak kadar olaylara müdahilim, ben bu olayların tam ortasındayım, müşahitim.
Seyretmiyorum, çünkü tarafım ben. “Seyr” etmek gibi bir derdim olduğu için tarafım. Seyr etmek, bana insanlığın başından bu yana var olan bir mücadele olduğunu öğretti. Bir tarafta ruhun, diğer tarafta nefsin merkezinde olduğu iki kutup var. Bir tarafta insanı alıp göklerin karşısına oturtan, hasım yapan birileri var; diğer tarafta insanı alıp göklerin çocuğu olsun diye gayret edenler var. Bana insandan yana değil misin diyorlar. Ben ruhun tarafındayım; tamam, insan azizdir, şereflidir, ama onu göklere hasım yapmak ona yapılabilecek en büyük ihanettir. Ona yakışan göklerin çocuğu olmaktır. Ona yakışan, göklerden kendisine biçileni giymektir, karanlık tarafının ya da düşmanının kendisine fısıldadığını değil…
Sana parkı sorarlarsa sen onlara farkı anlat. De ki bu bir rant mücadelesi değildir, bu bir politik kavga da değildir, bu birilerinin siyasi ikbali ya da izmihlali hiç değildir. Bu yerlerle göklerin mücadelesidir.
Son olaylarda değil sadece, gözüme çarpan her olayda sadece iki kutup gördüm ben. İki kutup ya da insana dair iki veche… Birisi sözde insanı merkeze koyuyor, diğeri ise ona kulluğu öneriyordu. Ne zaman bu iki vecheye şahit oldum, o günden beri tarafsızlık diye bir şey olmadığına da kani oldum. Üçüncü yol diye bir şey yok. Sadece iki yol var. Biri kulluk yolu ki peygamberlerin, sahabelerin, velilerin yoludur. Diğeri kula kulluktur ki tağutların, münkirlerin, kâfirlerin, müşriklerin yoludur. Üçüncü yol görmedim kardeşim, üçüncü yol görmedim.
Şimdi sana gündemden sorarlarsa sen onlara hak ile bâtılın hikâyesini anlat. Hâbil’i anlat, Kâbil’i anlat. Musa’yı anlat Firavun’u anlat. Ömer’i anlat, Ebu Cehil’i anlat. Hüseyin’i anlat, Yezid’i anlat. Ama önce bunların içindeki yansımalarını anlat. İçindeki Firavun’u, içindeki Musa’yı anlat. De ki: “İki taraf var, ama seçmekle iş bitmiyor. Sürekli gözü açmak gerekiyor. At izi ile it izi karışabiliyor. Nasıl kendi içimizde bitmez bir mücadele sürüp gidiyor, bu, dışarıda da aynen böyle devam ediyor. İçindeki mücadelede taraf olamayan dışarıdaki mücadelenin de tarafı olamıyor.”
Sana parkı sorarlarsa sen onlara farkı anlat. De ki bu bir rant mücadelesi değildir, bu bir politik kavga da değildir, bu birilerinin siyasi ikbali ya da izmihlali hiç değildir. Bu yerlerle göklerin mücadelesidir. Bu kıbleyi doğrultma savaşıdır. Bu hayat tarzlarının çekişmesidir. Yeni değildir. Bu, binlerce yıldan beri devam eden, tarafları belli bir kavganın son cephesidir. Ama şu ki görünen, altındakinden farklı olabilir. Cephe geniştir, savaş eskidir, taraflar bellidir ve fakat bize gösterilen sahte, aldatıcı, çelici olabilir. Pusula; firasetimiz, basiretimiz ve inananların yanıdır.
Sana kavgadan sorarlarsa sen onlara fitneyi anlat. Fitnenin imtihan sebebi olduğunu, hepimizin bir imtihandan geçtiğimizi, geçirildiğimizi anlat. Sen onlara imtihanı anlat. Böyle zamanlar tuzaktır. Hakkı batıldan ayırmak gerekir. Bu da gönlü ve zihni bulanmışa pek zor gelir. Akı karadan, iyiyi kötüden, halis olanı sahteden böyle kritik zamanlarda seçerler. Zaten fitne kelimesinin kökünde işte bu ayrışma vardır.
Sana meydandan sorarlarsa sen onlara mahşeri anlat. Orasının aydınlığı ile yaşayanları anlat, orayı tanımayarak, inkâr ederek, yok sayarak aydınlık arayanların beyhude çabasını anlat. İlahi teraziyle irtibatı kurulmamış her terazi eksik tartar. Öncesini sonrasını, evvelini ahirini, geçmişini geleceğini bir arada göremeyen bakış şaşı bakar. Firaset, basiret, cemaat, icma-ı ümmet hep bunlarla ilişkili kavramlardır. Yalnız açan çiçek tez solar.
Sana AVM’den sorarlarsa sen onlara zühdü, fakrı, istiğnayı anlat. Sadıkları, salihleri, iyi insanları anlat. İlklerden bu yana değişmeyen ölçüleri anlat. O ölçülerle hallenmeyen babamızın oğlu olsa bizi bağlamaz. AVM’den çıkmayanın zulümden bahsetmeye hakkı olmaz. Ama zulümden bahseden de anamızı, bacımızı ilk fırsatta boğmak isteyenle yan yana durmaz. Güzel olmak isteyen güzeli bulur. Güzelle olmak isteyen yolunu güzellerin yolu ile buluşturur. Yol güzeldir ve fakat yürüyüşler aksayabilir. Hakkı ve sabrı tavsiye; yoldakiler, yola düşmüşler, yolu tek yol bilmişler içindir; yolsuzlar, yoldan çıkmışlar, yolunu şaşırmışlar için değil…
Sana zulümden sorarlarsa sen onlara namazı anlat. Namazsız bir hayat, üst üste karanlıkların bindiği bir zifiri karanlıktır. Orada göz gözü görmez. Orada söz sözü seçemez. Oradan idrak, izan, irfan çıkmaz. Orasının miyarı bozuktur. Orası zalimi de zulmü de bilmez. Yerlerin ölçüsünü, göklerin ölçüsüne tercih eder. Kendince keser, biçer ve fakat büyük ölçekli bir oyunda kesilip biçildiğini fark etmez.
Sana taraf mısın diye sorarlar. Tereddütsüz de ki: “Tarafım. Yanım Hakk’ın yanıdır. İnsanım; insanın şerefinin ona Hakk’ın biçtiği olduğuna inanırım. İnsana insan tarafından biçilen sahte özgürlük kisvelerinin aldatıcı görüntüsüne aldanmam. Kula kulluğu istemem. İnsancıllık, insan merkezlilik diyerek çıktığınız yol insana yaramaz, buna eminim.”
Sana AVM’den sorarlarsa sen onlara zühdü, fakrı, istiğnayı anlat. Sadıkları, salihleri, iyi insanları anlat. İlklerden bu yana değişmeyen ölçüleri anlat. O ölçülerle hallenmeyen babamızın oğlu olsa bizi bağlamaz. AVM’den çıkmayanın zulümden bahsetmeye hakkı olmaz.
Tarafız güzel kardeşim; Hakk’ın, adaletin, merhametin tarafındayız. Yanımız mazlumun yanıdır. Ama kendimize ait bir “seyr” faaliyetine girişmeden buna muvaffak olamayız. O yüzden seyretmek işimize gelmez, bize düşen gayretle, şevkle, dertle bizi adam edecek bir “seyr” faaliyetine girişmektir. Bunu yapmadan gireceğimiz her iş eksik kalacak. O “seyr”i gerçekleştirmeden, gerçekleştirebileceğin hiçbir şey yok. “Seyr” etmezsen, serpilip yetişemezsin; “seyr” etmezsen bir geleceğin olmaz. Senin “seyr” etmeni istemeyenler, seni zamansız, Allahsız ve kitapsız işlere sokarak harcamak istiyorlar. Senin sen olmanı istemeyenler, seni ve geleceğini çalmak istiyorlar.
Geleceğin senindir. Ruhunu, kendini, geleceğini çaldırma. Çünkü sen, senden fazla bir şeysin. Sen, Türkiye’sin. Senin geleceğin Türkiye’nin geleceğidir. Bugün ayağındaki prangalardan kurtulmaya başlayan Türkiye, nasıl Türkiye’den fazla bir şeydir, sen de kendinden fazla bir şeysin. Sen ve ülken dünyanın dört bir tarafındaki mazlumların yeni ümit ışığısınız. Sizin geleceğiniz bütün mazlumların, gariplerin ve kimsesizlerin geleceğidir. Sizin geleceğinizi çalmak isteyenler, sürgit düzen devam etsin diyen küresel emperyalistlerdir. Sana zamanından önce açmanı, saçılıp savrulmanı telkin edenler, senin zamanın geldiğinde kendi hükümlerinin biteceğini görmüşlerdir. Sen de olup biteni gör! Sakın aldanma, geleceğini çaldırıp da ümitlere kırağı yağdırma…