
Peygamber Efendimiz kızı Fatıma’nın evine bakan duvarına, onu sürekli görebilmek için bir pencere açtırmıştı. Çünkü Fatıma onun hazinesiydi. Bizse hazinelerimizi; servislerin, yemekhanelerin, şehirlerin, alışveriş merkezlerinin, otogarların, öğrenci evlerinin göğe kadar uzanan duvarları arasına usulca bırakıp yitiriyoruz.
28 Şubat sürecinde üniversite öğrencisiydim. Meclise giren Merve Kavakçı “dışarı dışarı” seslerinin esrik temposu eşliğinde salonu terk ediyordu. Ertesi gün sınıfa girdiğimde bazı esprili arkadaşlar bana da aynı tempoyla “dışarı dışarı” diye bağırdılar. Karşılıklı güldük. Okul hayatı biraz da şaka demektir zaten. Güler geçersiniz. Güldük geçtik. Lakin bir müddet sonra elime tutuşturulan uyarı cezası ile hiçbir şeyin geçip gitmediğini anlayıverdim. Her şakaya nüfus eden o kocaman ‘gerçeklik payı’, gıcırtılı bir tren olup üzerime üzerime yürüyordu. Kendimi mescide atıp mide ağrıları ve maddi kaygılar eşliğinde uzun uzun oturduğumu hatırlıyorum.
Başörtülüler meclise girdi, kamuda örtü serbest oldu ama geçmişe baktığımda hala mescitte oturan o incitilmiş kızı görüyorum. . Bu gün pansuman edilen, sağaltılan yara, geçmişte çekilen acıyı niye yok etmiyor sizce? Çünkü her zaman dilimine, bir parçamızı koyarak ilerliyoruz. Bir parçamız burada iyileşse bile, başka bir parçamız orada kanamaya devam ediyor.
Geçmişteki acılara bakarak bu günü güzelleştirmek denilen o retrospektif tasavvurun –kısaca tecrübenin- insanda çoğu zaman hiçbir işe yaramadığını görüyorum. Dün yoksul olanların bu gün kredi kartı taksitleri, elektrik faturaları, bonus ve çiplerle boğuşarak hayatlarına bir nitelik kazandırdıklarını zannetmeleri daha büyük bir yoksulluk değil midir? Babası ile arasındaki kuşak farkından şikayet edenlere, bu gün çocuğu ile arasında olan şeyin ‘fark’ değil ‘boşluk’ olduğunu nasıl anlatacaksınız? Her şeye hayır diyen babaların oğulları, bu gün her şeye eyvallah diyen babalar olarak sorunları çözemiyorlar. Daha iyi okullara giden daha iyi imkanlar sunulan çocuklardan tek beklenti doktorluk, mühendislik olunca kapitalizm diğer boşlukları kendi argümanları ile dolduruveriyor. Peygamber efendimiz kızı Fatıma’nın evine bakan duvarına, onu sürekli görebilmek için bir pencere açtırmıştı. Çünkü Fatıma onun hazinesiydi. Bizse hazinelerimizi; servislerin, yemekhanelerin, şehirlerin, alışveriş merkezlerinin, otogarların, öğrenci evlerinin göğe kadar uzanan duvarları arasına usulca bırakıp yitiriyoruz.
Neyi ne niyetle yaptığımızı bilmiyoruz. Düne kadar çoluk çocuk otobüslerde rezil olmasın diye güzel niyetlerle aldığımız arabayı daha üst modellere aynı çoluk çocuğun rızkından keserek taşıyoruz. Köylerde taşımalı eğitim yüzünden dereye uçan çocuklar varmış, Afrika’da bir yudum su için kilometrelerce yürünüyormuş kime ne. Daha iyisini ‘alma’ kaygımız ne zaman daha iyisini ‘verme’ yönünde evirilecek bilmiyorum. En güzel yemeğin nerede yenileceğine, yenilen pilavın hangi fıtness centerda eritileceğine, lifestyle bir hayatın dinmek bilmeyen isteklerinin nerede giderileceğine vâkıfız artık. Keyif aldığımız her şey para ile paralel tükenirse anlam kazanıyor. Boğaza karşı nargile keyfi, sütlaç eşliğinde maç keyfi, dev ekran eşliğinde kahve keyfi, canlı müzik eşliğinde dedikodu keyfi…
Utanmasak geçmişe ve bizi şekillendiren asr-ı saadete bile bu keyif üzerinden bakacağız:
Karna bağlanan bir taş eşliğinde ilim öğrenme keyfi, iftiralar eşliğinde sonuna kadar Ayşe kalabilme keyfi, devesi öldüğü için çölde yalınayak peygambere yetişen Ebuzer olabilme keyfi…
Onurlu yaşamaktan, insanlara yardım etmekten, fikir işçisi olmaktan, davamız adına ömür tüketmekten keyif almayız oysa, sadece huzur duyarız. Ama yeni sistemlerin ve oluşumların sözlüğünde huzur diye bir kelime yok işte, keyif var. Mikro özgürlüklerin sorumlulukları yok ettiği, inançların anlamsızlaştığı, zevkleri kısıtlayan her şeyin yıkıcı kabul edildiği yeni dünyada, zor olan ve zorluk çıkaran işler muteber değil. Kolay olan ve keyif veren işler trend(!) artık. Bizi kendimizden ve birbirimizden uzaklaştırıyorlar. Kendimizi bir gökdelenin en üst katında tek başına, saçma sapan bir manzarayı seyrederek ‘insan hissedebilme keyfini’ yaşarken buluyoruz. Buna keyif diyorlar diye keyif almaya çalışıyoruz. Yalnız başına, yalıtılmış bir odada, onca yükseklikten, bir ton para bayılarak bakmanın nesi keyiflidir oysa?
Herkesin hayatının bir aşamasında kadın erkek fark etmez “dünyayı kurtaran bir kız” vardır muhakkak. Çelimsizliğine, cinsiyetine, yoksulluğuna ve incitilmişliğine yani muteber olmayan ne varsa ona sahip olan, buna rağmen dünyayı kurtarma fikrinden ödün vermeyen bir kız vardır.
Annem mahalledeki hanımları her fırsatta iyiliğe ve güzelliğe teşvik eden bir hanımdır. Bir gün kendisine bir haber gelir. Falanca apartmanda perdeleri açılmayan çocuk ağlamaları eksik olmayan bir daire vardır. Burada kalan kızcağız evli barklı olduğunu bile bile sevdiği adama kaçar, ailesini yüzüstü bırakır. Bir de çocuğu olur. Ne var ki evlendiği adam pek de iyi işlerle uğraşmamaktadır. Hapse girer. Bu kızcağız da kirasını veremediği evde yalnız kalır. Tek kuruşu yoktur. Bebeği ile açlardır. Elektriği suyu kesilmiştir. Annem cami cemaatine ve kolu komşuya duyurur. Der ki; bu kız belki de kötü yola düşecek. İnsanlar pek sahip çıkmak istemezler, kaçmasaymış derler. Yine de yardım toplanır. Annem bu evin kapısına bir yığın erzak ve yüklü bir miktar parayla varır. Kızcağız korkuyla ve ürkerek kapıyı açar. Annem der ki: “ Bu sana falanca mahalledeki falanca camideki kardeşlerinin yardımıdır. Selam söylediler. Allah’a tevekkül etmekten vazgeçmesin dediler” der. Kız inanamaz. Erzak poşetlerine ellerini uzatırken hayret ve şaşkınlıkla “kardeşlerim mi” diye sorar.
Kardeşlerim mi? Ne acı bir sorudur bu. İslam’ın bizi birbirimize kardeş, varis tayin ettiğini bilen insanlar için anlamsız; kendisini dünyada yapayalnız sanan insanlar için derinden onaracak kadar anlamlı bir soru. Keyif tüccarlarının asla ulaşamayacağı bir kardeşlik huzurudur bundan sonrası.
Zaman bizi kendimizden ve birbirimizden uzaklaştırıyor. Akıntıya kapıldığımız, küreksiz, tüpsüz sulara daldığımız, sistemlerin elinde oyuncağa döndüğümüz doğrudur. Ama yine de geçmişte bir yerlerde ‘kendimiz’ olduğumuz anlar vardır, salt/katıksız kul olduğumuzu hissettiğimiz nadir anlarımız vardır. O’nun yardımıyla buluştuğumuz, kalbimizde O’nu derinden hissettiğimiz, bir odada kimsesiz aç ve yoksul beklerken O’nunla karşılaştığımız anlarımız muhakkak vardır. Kim ki incitilmiştir Mutlak Onarıcı onun yanındadır çünkü.. Kim ki yoksuldur en Büyük Var’ın yanındadır. Kim ki kimsesizdir en büyük kimse onunladır. Ama kim kendinde her şeyin var olduğunu iddia ediyorsa onun yanındaki boşluk gün be gün büyüyor demektir.
Yıllar önce okulun mescidindeki o kovulmuş kız da, O’na çok yakın hissediyordu kendini. Dünyayı kurtarabileceğine, yeni nesilleri imar edebileceğine, hakikati herkese ulaştırabileceğine derinden inanıyordu… Bu yüzden o günlere dönüp onun incitilmiş kalbine dokunduğum an yeniden enerji ile bakabiliyorum hayata. Onun “dışarı dışarı” sesleri ile savrulmuş hayatına bakınca toparlanabiliyorum, onun bir şey olabilme çabası beni bu gün var ediyor.
Herkesin hayatının bir aşamasında kadın erkek fark etmez “dünyayı kurtaran bir kız” vardır muhakkak. Çelimsizliğine, cinsiyetine, yoksulluğuna ve incitilmişliğine yani muteber olmayan ne varsa ona sahip olan, buna rağmen dünyayı kurtarma fikrinden ödün vermeyen bir kız vardır. Tüm sistemler onu bir kuyuya itmek için sıraya girmişken ona yakınlaşmak, kendinize yakınlaşmaktır. Ona yaklaşmak bir kızı değil dünyayı kurtarmaya yaklaşmaktır belki de.