Ercan Yılmaz 1977 Sakarya doğumlu. Şair ve Edebiyat öğretmeni. Aherli Zamanlar, Aşina Kitaplar, İncire Yemin ve Rüya Kasrı isimli şiir kitapları var. Ayrıca deneme kitapları da mevcut. İtibar dergisinde taze şiirlerini okuma imkanına sahibiz. Kendisiyle, taşrayı, geleneği, İbn Arabi’yi, Gazali’yi ama en çok da şiiri konuştuk.
İstanbul dışı taşra olarak ifade edilir malumunuz. Kaba bir tariftir bu aslında ama oraya atıfla sormak istiyorum, taşrada şair olmak daha mı zordur?
Sezai Karakoç’un bir mısrası var: ‘Ben onun sılası kendimin gurbetiyim.’ Taşrada şair olmak böyle bir şey; hem sılayı hem gurbeti birlikte taşırsın içinde. Rilke ‘kimse tarafından bilinmeyişinden istifade et’ derken kıyıda olmayı, yalnız olmayı, uzak olmayı kutsuyordu. Neticede Ada Ekspresi, Adapazarı-İstanbul arasında gidip geliyor...
Şiir dendiğinde dilinize hangi kelimeler dökülür?
Valery ‘büyü üretimi’ diyor şiir için. Benim içinse şiir, `rüyâ üretimi`dir. Görünmez’in arısı olan şairin ‘ballar balı’dır şiir. O bal ‘deli’ eder insanı.
Sizin için, “geleneğin içinden ama geleneği yenileyerek kendi sözünü kurmayı başaran, gül’e yeni tasvirler düşüren bir isim” deniyor. Geleneğin içinden olup geleneği yenilemek ne demek?
‘Gelenek’ benim için hem yol hem azık. Muhteva olarak da şekil olarak da geleneğin imkânlarından faydalanmak istiyorum. Şair ve Gelenek adlı yazısında Sezai Karakoç ‘Aslında yeni olmak ‘eski’nin sırrını bulmaktır. Çünkü; o ‘eski’ bir nevi ölmezlik kazanmıştır. Şair de zaten o ölmezlik sırrının peşindedir.’ der. Devam ederek değişen dünyada geleneğin ruhuna eklemlenmek, yapmak istediğim bu; o zincirin ‘sahih’ bir halkası olabilmek.
Bir röportajınızda “İbn Arabi’nin ‘hayal’inden yola çıktım, Gazzali’nin ‘rüyası’na vardım” diyorsunuz. Açar mısınız biraz?
Bu cümleyi üçüncü şiir kitabım ‘rüyâ kasrı’ için kurmuştum. İbn Arabî’nin tüm eserinin matrisi ‘hayâl’dir benim için. Yahya Kemal ‘Dünyâ biter o yerde ki mağlûb olur hayâl’ diyordu ya öyle gerçekten. Hayâl içinde hayâl olduğuna inanırsanız dünyanın, hatta bunu tecrübe ederseniz, ‘rüyâ’ metaforuyla açıklanabilir bir durumla karşı karşıya kalırsınız. O rüyâ, Gazzâlî’nin dediği gibi ‘hakikatin cüzlerinden biri’dir. İstiârelerle inşa edilen rüyâ dili şiirden başka bir şey değildir.
‘Rüya ikinci yaşamdır.’ der Nerval. Şiir bir ‘rüya üretimi’ ise, ki bence öyle, şiir ikinci yaşamdır demek mübalâğa olmayacaktır. Tanpınar ‘en uyanık gayret ve çalışma ile dilde rüya halini kurmak’ derken bunu kastediyordu elbette. Dil’in imkânsızlığı değil mi biraz da bizi rüyâ hâline sürükleyen? Daha görülmeden tabir olunan rüyâların peşindeyim ben. Bunun için İbn Arabî ile Gazzâlî tarafında yaşıyorum...
Esaslı şiirler olgunluk çağlarında mı yazılır sizce? Dertli bir Genç, iyi bir şiir yazabilir mi?
‘Bazı şiirler bekler bazı yaşları’ diyen Necatigil gibi düşünüyorum ben de. Şiirin dertle, sevinçle yani duygularla ilgili bir pratik olduğunu düşünmüyorum. Hatta çoğu zaman iyi duygularla kötü şiir yazılır. Şiir dil meselesidir. Allah vergisi bir yeteneğiniz varsa ve dili iyi kullanmayı becerir, şiirin tarihini bilir, usta şairleri okur ve elbette çalışırsanız iyi şiiri yakalayabilirsiniz. Yine de Necatigil’in ‘Kimseye anlatılamayacak şeylerle dolmuşsa bardak, başlar şiir taşkını.’ cümlesini bir yerlerde muhafaza etmeliyiz diye düşünüyorum.
Şiir ile aralarında bir bağ kurmak isteyen okurlarımıza neler önerirsiniz?
Divan şiirinden başlasınlar şiir okumaya. Şiirin bir dil meselesi, derûnî âhenk meselesi olduğunu unutmasınlar. Piyasada çeşitli vesilelerle dolaşımda olan metinlere şiir adına teveccüh etmesinler. İlhamlarını meleklerden değil, kendilerinden önceki şairlerden alsınlar. Yüzlerce şiir ezberlesinler, sonra onları unutsunlar. Sonra unutamadıklarını fark etsinler. Ama en önemlisi belki de şu: Şairlerden uzak dursunlar.