Zehra Aygül
Hastanede beni kolumdaki kemoterapi serumlarıyla görenler, “Vah, pek de gençmiş” diye fısıldaştıklarında güldüm geçtim. Çünkü biliyordum ki Allah’ın kullarına acıması, annenin evladına merhametinden çok daha kuvvetlidir. O, bana herkesten çok daha fazla acıyorken bunu verdiyse, mutlaka bir murat üzere vermiştir.
Hiçbir acıya hazırlıklı değil insan. Hep apansız yakalanıyor. Gününü yaşıyor, hesaplar yapıyor, ölçüyor, biçiyor ama yarının ne getireceğinden bihaber. Planlar, projeler, hayaller… Hepsi aslında bir “ol”a bakıyor.
Bir Aralık cumasında, cebimde patoloji raporumla eve dönerken beni bekleyen her şeyden bihaberdim ben de. Rapordaki Latince sözcükler benim için sadece bir harf yığınıydı, tek kelime anlayamamıştım. Telefonda anneme öğle tatili nedeniyle doktorla görüşemediğimi ama raporda kötü bir şey yazmadığını söyledim.
Eve dönüp rapordaki hastalığa bakmak üzere bilgisayar karşısına geçtiğimde gördüğüm kelimeler, bana hastalığımın bir lenf kanseri türü olduğunu söylüyordu. Evde tek başınaydım ve hastalığa dair “kötü hastalık” klişesinden başka hiçbir şey bilmiyordum. Ancak bu hastalığı geçirmiş bir blog yazarı, hastalığın iyileşebilen bir hastalık olduğunu, hastanın hayatı kendisine zindan etmesinin ve ümitsizliğe kapılmasının büyük bir hata olduğunu yazmıştı. Yazıyı okuyup bilgisayarı kapattım. Cuma vaktiydi, unutmuyorum. Ellerimi açtım: “Rabbim, buna gücüm yetmeyebilir; sen bana güç ver. Ve bu hastalığı öylesine gider ki, geriye hayırdan başka bir şey kalmasın.”
Büyük çabalarla başladığım okulum, yeni ısındığım dersler, planlar, hepsi bir tarafta kalmış; hastalık, ağır bir toz bulutu gibi çöküvermişti hayatıma. Ama karar vermiştim, sağlığımı unutmamak kaydıyla hayatın her alanında eskisi gibi var olacaktım. Ve hiç kimse bilmeyecekti hastalığımı, acılarımı, ağrılarımı…
Elimden geldiğince tuttum sözümü. Hastanede beni kolumdaki kemoterapi serumlarıyla görenler, “Vah, pek de gençmiş” diye fısıldaştıklarında güldüm geçtim. Çünkü biliyordum ki Allah’ın kullarına acıması, annenin evladına merhametinden çok daha kuvvetlidir. O, bana herkesten çok daha fazla acıyorken bunu verdiyse, mutlaka bir murat üzere vermiştir. Ve biliyordum ki O, kimseye taşıyamayacağı yükü yüklemez.
Bugün bir şükür ferahlığında bu satırları yazıyorsam, kanser hastalarına “bir ayağı çukurda” muamelesi yapanlar için bu. Onlar muhtemelen “Her nefis ölümü tadacaktır” ayetini duymuşlardır lakin “Nerede olursanız olun, hatta isterseniz sağlamlaştırılmış yüksek kalelerde olun, ölüm sizi bulur.” ayetinden habersizler. Zira bundan haberdar olsalardı, kanser hastalığına yakalanan herkese potansiyel ölü gözüyle bakmazlardı. Bilselerdi ki sağlıklı bir insanı da pekâlâ bulabilir ölüm, o zaman rahatsız edici bakışlarla hiçbir beyaz maskeliyi incitmezlerdi. “Vah, pek de gençmiş” demez, imtihanların genç-yaşlı herkes için yaratıldığının idrakine varırlardı.
Nitekim bu acı tecrübeyi yaşamasam, bir hastaya duyduğum acıma duygusunu ona hissettirerek onu ne kadar incittiğimi bilemezdim ben de. Ama Şâfî olan yaratıcımızın muazzam gücü, gelişen teknoloji, ilerleyen tıp… İşte bu yüzden böylesi durumlarda duyduğum üzüntü, bana “dua” kelimesini fısıldıyor. Hastanın yakınındaysam, ona güzel sözlerimle destek olabilmeliyim. Ulaşamayacak kadar uzağındaysam dualarım bizi birbirimize yaklaştırmalı. Duama hiç tanımadığım, görmediğim hastaları da eklemeliyim.
Biliyor musun sevgili okur; işte bu satırların sahibi, şifaya mazhar olduktan sonra parmağını şu ayetlerin üzerinde gezinirken buldu: “Dostum ancak âlemlerin Rabbidir. Beni yaratan da, doğru yola eriştiren de O’dur. Beni yediren de, içiren de O’dur. Hasta olduğumda bana O şifa verir. Beni öldürecek, sonra diriltecek O’dur. Ahiret gününde yanılmalarımı bana bağışlamasını umduğum O’dur. Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat.”