“Eğer bir insan dünyada yaşıyorsa, ne zaman doğduğu ne zaman öleceği ile ilgili herhangi bir zaman dilimi kendisine ait olmadığından, bu kendisine sunulmuş zamanı çok umarsızca da yaşabilir, çok kıvamda yaşayabilir. Sadece kahve içerek de yaşayabilir –benim gibi- ya da düşünerek de yaşayabilir. Bu manada ben kendimi sadece iyi yapılmış bir Türk kahvesine benzetiyorum -çok sevdiğim için-“ sözleri ile tanıtıyor Marmara FM Genel Yayın Yönetmeni Esra Elönü kendini, cv şeklini çok sevmediğini vurgulayarak. Biz de onu tanıdığımız milattan, Feride’den başlıyoruz sohbetimize, orta şekerli kahvelerimizi yudumlayarak.
Feride kimdir, nasıl ortaya çıktı?
Ben Milli Gazete`de köşe yazarken bu ismin bazı dünyaları, kelimeleri tamamı ile kapsadığını düşündüm. İlk önce isim sonra bir anda, bir sabah oldu kızın elleri, kolları bacakları oluşmaya, pat pat resmi dökülmeye başladı, ortaya çıkmaya başladı. Oluştuktan sonra “Feride kim?” soruları geldi.
Benim yapımda şöyle bir şey var, kendisini anlatmak için sürekli dokümanlar, malzemeler üreten, anlayıp, seven biri değilim. Bu durum kendimizi kendimizden uzaklaştıran bir hal alıyor, plastik gibi geliyor bu bana. Feride’yi çok seviyorum tam Feride değilim. Özellikle çok yanında bulunmak istemiyorum Feride’nin. Çünkü onun bana gözükmesi ile ortaya çıkmış yazıları çok daha fazla önemsiyorum. Buradan psikoz bir durum çıkarmasın kimse, yanlış anlaşılmasın. Bir otopark gibi; Feride kendini bana park ettiğinde çok güzel şeyler çıkıyor. Sonuçta bir karakter olarak doğdu ama sanki kalemimin ona dokunduğunu, ona çarptığını hissediyorum. O çarpma sonucu bu yazılar çıkıyor.
Kahramanlarınız ne kadar sizinle alakalı ve isimleri nerden geliyor?
Kitaplarımda hep aklımdan attığım isimleri kahraman yaptım; mesela Bay Sın, Bay Şın. Elbette bunların hayatta karşılığı var ama kafamdaki figüre çok daha iyi uyduğu için böyle isimler oluştu. Eminim çok fazla Feride vardır ama Feride’nin her yere koşabilen, uçabilen, kapıyı kapatıp odada saatlerce tek başına durabilen ve bu zaman zarfında sürekli bir yerlere gidip gelen, yolculuğu olan biri, tabiri caizse. Bu tarafını, o hareketliliğini kendime yakın buluyorum. Ama yazarın tamamı ile karakteri ile özleşmesini sevmiyorum. Hiçbir yazar tamamı ile oluşturduğu karakter değildir. Yazarın ortaya çıkardığı karakter ya kızdığı birisidir onu karaktere büründürüyordur –bu da psikolojik bir şeydir- ya da yazar hiç ulaşamadığı birini karakter haline getiriyordur.
Çocuk kitabı yazma serüveni nasıl başladı?
Ben kitaplarımı çok çocuk kitabı olarak düşünmüyorum çünkü ben çocukları çocuk yerine koymuyorum. Bu güzel bir şey, kendilerinden daha büyük olduklarını hissettirildikleri yazılar yazıldığı zaman akıllıca bir şey yapıldığını düşünüyorum. Ki hayal dünyası ile çalışan çocuklar var, onları elemek, onları seçmek, onlara dokunmak benim için çok daha güzeldi. İki kitapla da tamamen fantastik bir dünya çizdim.
Ben hep; bütün çekmecelerin, bütün kapalı yerlerin ya da bir saatin içinde mutlaka bir şeyleri döndüren küçük adamların olduğu anlayışına inanıyorum. Klasik düşünceden biraz daha farklı olarak, kurulu bu düzende, küçük küçük halıları, küçük küçük evleri, işlerine giden küçük babalar var. Onların büyümüş halini bir kitaba sığdırmak, yaptığım. Bunu yapmaya devam edeceğim.
Kitaplarınızdaki ilginç bir durum da isimlendirmeleriniz; "dualı yıkanmak" mesela abdesti böyle nitelendiriyorsunuz. Bu nasıl veya neden oluyor?
Dualı yıkanmak; bir çocuk var bence çocuk değil aslında -bir çocuğu çocuk yerine koyarak kitap yazılmamalı bence, dünyada her şeyin boyunu küçülterek, her şeyin kollarını kısaltarak, bir şeyleri yontarak çocuk hale getirilmiş olarak çocuğa sunmanın doğru bir şey olduğunu düşünmüyorum - oradaki amaç, bir çocuk anlayabilir mantığından ziyade çocuğun kafasında bu olayı, bu güzel vazifeyi masalsı olarak kalmasını sağlayıp, çocuğun bunu kendi gerçekliğine dönüştürebilmesi. Abdest dediğimizde kafası annesi ve babası ile meşgul etmeden, masalsı hale getirerek, sadece o iş kalacak aklında, kendine özel bir tanım olacak, bir masal haline getirip kendine her gün anlatacak bu masalı.
Marmara FM de başlamanız ve sizden sonraki değişimi nasıl oldu?
Metin Yazarı olarak başladım, Genel Yayın Yönetmeliği oldu sonrasında. Bir dünyanız varsa eğer bir şey söylemek istiyorsunuz –illa söylemek zorunda değilsiniz- ama söylemek istiyorsanız, radyo iyi bir dil. Marmara FM 1993’de kurulmuş, iyi bir radyo ve zamanın akışı ile marka olabilmiş bir radyo. Konforlu bir dil ve müzik kullanılan bir yer. Benim burada olmamla nasıl bir etkim oldu bilmiyorum ama değişiklik oldu. Buradan Feride bağırmaya, çığlık atmaya başladı. Herkese dokundu, kimi zaman Çölaşan’a, kimi zaman Fazıl Say’a, kimi zaman Gazzeli Cabir Ebu Hattal’a dokundu, her yere dokundu. En azından biz iyi dokunduğumuzu düşünüyoruz.
Fragmanların insanlar üzerinde çok olumlu yansımaları var? Bu nasıl oluyor?
İnsanların kendi aralarında, dinlediklerinde bu fragmanı konuşmaları bizim için güzel bir şey. Ben Feride’nin fragmanlarla bu kadar anlaşılacağını düşünmüyordum. Fragman daha nesnel, teknik bir şeydir, fakat acının tanıtımı – tanıtımı diyorum çünkü acının reklamı olmaz, tanıtımı olur, duyurma hissiyatı, hareketliliği olabilir- farklı oldu. Ben bile sonuçlara şaşırdım. Müzik, prodüksiyondaki arkadaşlar, teknik ekip, seslendiren arkadaşlar... Bir de bu grupta arkadaşlar yazdıklarımız kulisinde düşündüğümüz şey çok ortaktı, bunu tek başına üstlenmemem o yüzden güzel bir ekip var burada. “Ekip sağlam!”
Hayatta kızdığınız birçok şeye Feride ile ya da çocuklar ile tepki veriyorsunuz diyebilir miyiz?
Benim kızmamın bir stili, kostümü var. Ben kostümümü giyer öyle kızarım. Ben kızgınlığımı fragmanlarla dile getirdim ama insan yazdığı gibi kızmalı, yazıldığı gibi kızdığı zaman karşındaki bu tepkiyi kolay okuyabiliyor böylece boşu boşuna kızma olmuyor. Kızma sonrası çıkan patlama insanın kendine olan saygınlığını zedeleyebiliyor, ben bundan korkuyorum. Daha çok edebi kızmalar, hicivle kızmalar yapıyorum.
Gelecek günlerde kitap çalışmanız ya da Feride için planladığınız bir proje var mı?
Üçüncü kitabım çıkacak ; “Hay Aksi” adı ile. Feride yazıları ve Marmara FM`de yapılan fragmanları olacak içersinde, ramazana yetişmeye çalışıyoruz.
İleriki zamanlarda Feride sinema filmi olacak. Hiçbir kaygısı olmayacak sadece kaygısız insanları bir araya getirme ya da bir yerde bulundurma kaygısı olacak. Kafamda hemen hemen yerleştirdiğim, senaryosunu ortaya çıkardığım bir proje.
Çekirdek lokantasını bir çizgi film yapmak istiyorum.
“Kırlangıç Yetimhanesi” adlı bir çocuk kitabım daha çıkacak; Gazze’de yetimhanede gecen bir olay, küçük bir çocuğun önce büyükbabası ile sonra İsrailli bir asker ile yaşadıkları. Bu çocuğun Askeri tamamı ile alt üst eden dünyası ile onu dost edinmeden yakın hissederek bir şey öğretmesinin hikâyesi. İsrailli bir askere, Gazze’li bir çocuk bir şey öğretebilir mi? İnsanlığı öğretmesi çok zordur ama çocukluğunu akıtması, damlatması belki çok daha kolaydır.
Etrafınıza bakıp gençleri incelediğinizde ne görüyorsunuz?
Çok eleştirilmeye müsait olmadıklarını ve bundan yakındıklarını belli eden ve bundan yakınan büyük bir kitle var; genç. Yaşlandıklarında çok eleştirilecek ve yine bundan yakınan kişiler olacak bunlar. Dünyada oldukları gibi yaşasınlar, içlerinden geldiği gibi; değerler, inandıklarımız, okuduklarımız, düşündüklerimiz çerçevesinde.
Bir genç -genç olarak nitelemek doğru olur mu bilmiyorum ama- ya da bir insan ufacık bir vadi, ufacık bir dünya oluşturabilirler kendilerine. Bunu taksitle falan vermiyorlar ya da ruhunuzu bir estetik merkezine götürüp, bir işlem yapmıyorlar. Bu tamamı ile kendimizle ilgili, masalsı bir yan. Bunu isteyen gençler de vardır istemeyenler de vardır. Fakat yakınan bir gençlik görüyorum sürekli, şikâyet eden, annesi ile kavga eden, annesinin attığı terlikler altında küçüklüğünü bu şekilde anlatan, hikâye eden, imkânların olmadığını ya da kimlere danışacağını bilmeyen, bilmemenin yanı sıra hiçbir araştırma yapmayan bir kitle var. Ama şunu da biliyorum ki çok iyi gençler çıkacak - bunu kendimden biliyorum -.
“Gençlerin doyumsuzluk halleri; yazmalıyım, kitabım çıkmalı, ekranlarda olmalıyım radyoda yerim olmalı” bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Beni rahatsız eden bir durum bu. Ben bunların hepsini yaptım ama böyle bir insan mıyım? Hayır, değilim kendimi biliyorum. Çünkü buradan bir şey çıkmayacağını biliyorum. Hepsini yaptım ama hangisini ön plana alacağımı bilerek, onun bilincini taşıyarak yaptım bu işleri. Benim için ne olursa olsun yazarlık! Fakat onun çevresinde neler yapabilirim? Radyo şu günlerde hayatımda önde gözüküyor ama ben buna izin vermiyorum. Radyo ile başka yerlere de gelebilirsiniz. Medya sisteminin çok değişik bir tadı var. Bu değişik tat bu gençlere dokunduğu zaman sanki kelebekler gibi bambaşka bir dünyaya geçeceklerini zannediyorlar. Şöhret mantığı ile bakmıyorum, sanki hakikaten birisinin böyle bir şey istemeye hakkı var. Zamanın getirdiği nokta bu gibi geliyor bana; biraz ondan, biraz bundan Facebook mantığının ruha ve isteklerimize yansıması.
Gençlerde hayallerini anlatan her cümleden sonra imkânsızlık mazeretleri geliyor. Var mı imkânsızlık?
Ben imkânsızlığın var olduğunu düşünmüyorum, sadece “imkânsız” diye bir kelime var. Başörtüsü meselesi var, bu mesele çok başka yerlere gidebilir. Ne oldu; “ biz bunu yapacaktık ama!, biz şuraya gidecektik ama!, biz şunu yazacaktık ama!, biz şuraya zıplayacaktık ama!... İşte başörtüsü”. Böyle bir şey yok. Beni en çok rahatsız eden şeylerden bir tanesidir. Böyle alanlarımızı tamamı ile kısıtlamakla kalmıyor yakınmalarımızla kendimize başımızdakine de zarar verdiğimiz bir durum oluşuyor.
“Hiçbir başörtülü kız, sizin başörtüsüyle gündemi sıktığınız kadar başörtüsünü sıkmaz! Dolayısıyla "sıkma baş" sizinki oluyor..." diye bir yazım var. Bazen gerçekten “sıkma baş” yapan, imgesel olarak bunu başarabilen insanlar var.
Bu nasıl oluyor? Tamamı ile bahane, tamamı ile yakınma örtüsü değil bu. Böyle bir gölge değil bu. Bu röportajı başörtüsü konusuna getirirsek, bir yelken olabilecek kadara büyük başörtüsü meselesi çıkabilir buradan. Şunu söylemek istiyorum; bu genç arkadaşlar bu yakınmalardan bu güçsüzlükten vazgeçmeliler, ben yakıştıramıyorum. Eğitimle alakalı değil artık başka yerlere sirayet etmeye başladı. Mesela bir resim diline, kompozisyona, yazı diline. Başörtülü birisinin yazdıklarına başörtüsü ne kadar yansıyabilir. Ya da ne engeldir, hiçbir şey yazmasına engel olamaz düşünce stiline engel olamaz.
Kendinize birkaç laf edin diyoruz;
“Esracım bu dünyaya geldin gideceksin, çok fazla bir heyecan içersine girme. Biraz rahat ol.“ Birisi bana sürekli “ya çok önemsiz şeyler bunlar lütfen boş” diyecek küçük bir kuklam olsun isterdim. Kendime sürekli böyle söylemekten yoruluyorum. Plastik bir çekirdeğin bana bunları söylemesini isterdim.
Ramazan, Bir Zeytin Bir Dilim Peynir ve Bir Serçe
Esra Elönü için Ramazan?
Ramazan ilk önce gözlerimizin, aklımızın orucunu açmaktır. Bir şeylerden geri durarak içinizdeki bazı kapıları kapatıp bazı sofraları, masaları açıp ilk önce o düşünce dünyamıza orucu tutturmak veya iftara oturmaktır ramazan. Düşünce oruçlarımız yok mesela, kin konusunda çok oruç tutamıyoruz. Orucun sonuçta bir zamanı var, Rabbimin belirlediği bir zamanı var keşke o özelliğimizi hiç bozmasak hep o şekilde oruçlu kalsak. Kinli olmamanın orucunu çok uzun süre sürdürsek. Bana göre sessizlik, tek başınalık, tenhalık ve bu tenhalık içerisinde çok kalabalık dünyalara girip çıkabilmektir Ramazan.
Eski Ramazan hayıflanması için ne diyorsunuz?
Nostaljinin nostaljisi yapılmaz. Nostaljinin bir popülerliği varsa o da bu şekilde cıvıklaştırılarak gözümüze sokuluyor. Ramazanlar, bayramlar, eski aşklar, eski İstanbul... Ben de bunu yaptığım birçok programda dile getirdim, çok anlamsız buluyorum. Sonuçta teknik olarak, kainatın bir gerçeği olarak; zaman geçer zaman geçince bir şeyler değişir yani. Bu değişimin sonucuna kimse katlanmak istemediği için insanlar geride bıraktıkları şeyleri, kötü de olsa özleyebiliyorlar. Bu da bence zihinsel bir yapışkanlıkla, kızgınlıkla alakalı bir şey. Hiç hoşlanmadığım, hep dile getirdiğim, eleştirdiğim bir şey.
Ramazanlarda yapılanlar arasında eleştirdiğiniz başka neler var?
Eğlence tarzını çok vahim buluyorum, konserleri, eğlenceleri. Keşke hiçbir şey yapılmasa, herkes kendine özgü bir şeyler yapsa; kimisi ağaca çıkıp iftarını orada yapsa, kimisi arabasında yapsa, kimisi bisikletinin üzerinde simit yiyerek açsa ya da eğlence kültürü illa ramazanda olacaksa, herkes eğlence kültürünü kendi özgürlüğü ölçüsünde oluşturabilse. Böyle şovlar pespaye ortamlara gerek kalmasa. Eğlenmenin ramazanla alakası yok. Ramazanda insandaki eğlenceyi azaltır, biraz daha dinginleştirir, sessizleştirir, bir insan sadece ramazandaki sessizliği sever. Gidilmemiş, cemaati olmayan camiler, avlusuna hiç kuş konmamış camiler tercih edilmelidir. Biz artık dinin, mimarinin bile insanlara dayattığı popüler yerleri tercih ediyoruz.
Yerine göre belki iyi bir şey olabilir, imkânlar dâhilinde düşündüğümüz zaman belki daha rahat, aklımıza daha yatan bir şey olabilir ama bunun ramazanda olmasını anlamlı bulmuyorum. Hele bir de ibadetlerini karizma yaparak, ramazanda büyüleyici özellik yaparak göstermeye çalışan o gösteriş sever sofular. Bunları gördüğümde hep aklıma; “yanılıyor muyum acaba, burası bir sahne mi?” sorusunu getiriyor. Boyama kitabı gibi bir şey oluyor ramazanlar.
Ben şunu isterim; bir zeytinin, bir dilim peynirin, bir serçenin olduğu, ramazan.