"Kimseye kötüdür deme.
Aslında onlar bilmeden iyilik yapan insanlardır."
Suskunlar romanından…
Bunaltıcı bir yaz günü. Beynim, bilgiden çöplüğünde arsız bir tavuk gibi eşelenmekle meşgul… Hayat bir devlet dairesi mesabesinde… Arşiv, klasör, mühür… İç tüzük ve protokol kuralları… Her gün yeni meseleler için açılış-karşılama-ağırlama-kapanış… Gayr-ı resmi emeller için resmi duruş… Bunalıyorum…
Şimdi diyorum eski bir evin avlusunda bir ağacın altında bir bardak çay eşliğinde gök mavisine boyanmak var. Erguvani, sıklamen, lacivert düşlerin eşiğinden atlamak var. Cumbaya oturup gündelik meşgalelerden uzaklaşmak sükûnetin dizlerinde uykuya dalmak var.
Bu halet-i ruhiye, beni griliğe ve umutsuzluğa daha çok yaklaştırıyor. Lakin karamsarlığın o en koyu anında beynimin köhne izbesinde bir ampul yanıveriyor. Guguklu saat gibi algılarım ötmeye, sinirlerim zemberek gibi enerjisini kusmaya başlıyor. Sıkıntılar dükkânın kepenkleri şangır şungur kapanınca, kuşlar üzerime sinen ufuneti de alıp uçuşuyor.
Velhasıl akılma Sivas’ta yaşadığım geliyor. Öyle ya Sivas; eski konakların, tarihi evlerin, taraçaların, cumbaların membaı değil midir? Hemen kalkıp hazırlanıyorum.
Vahşi atların sırtından attığı bir kovboy gibi kendimi beyaz bir konağın avlu kapısının önünde buluyorum. Gülümseyerek seyrediyorum konağın haşmetle yükselişini. Üzerime, ‘teneffüste gazoz içmiş öğrenci huzuru’ çöküyor. Sonra kapıda asılı duran tabelaya takılıyor gözlerim. “İnönü konağı–2.cumhurbaşkanımızın çocukluğu bu konakta geçmiştir.”
Kapı, çay bahçesine dönüştürülmüş bir avluya açılıyor. Konak ise restore edilerek müze haline çevrilmiş. “hım” diyorum içimden bu bahçe ve bu konak yeni düşüncelerin kapısını aralayabilir. Sonra kızıyorum kendime “hani hiçbir şey düşünmeyecek, bahçede sükûnet bulup gidecektin”…
Usulca bahçedeki bir masaya ilişiyorum. Ağaçların hışırtısı şehrin gürültüsüne el ense çekiyor. Tamam diyorum ruhumu dinlendireceğim, kuş seslerinin nazlı ahengine bırakacağım kendimi. Var olmaktan soyunup ‘O’nun verdiği’ olmaya çalışacağım.
Etrafımı seyre dalıyorum. Erik ağaçlarına bakarken bir ses “oturabilir miyim” diyor. Kafamı çevirince takım elbiseli yaşlı bir adam görüyorum. Bu adamı resimlerden tanıyorum ve eski video kayıtlarından… “elbette paşam” diyorum “burası sizin mekânınız zaten”. “eyvallah” diyor. O da benimle birlikte erik ağaçlarını seyre dalıyor. Bir süre konuşmuyoruz. Öylece oturuyoruz. Bu karşılaşmaya şaşırmıyorum, sevinmiyorum da. Hayal mi hayalet mi düşünmek istemiyorum.
Sonra göz göze geliyoruz. Hadi diyor konağı da gezmelisin. Kalkıyoruz beraber. Konağın ahşap merdivenleri önünde duruyoruz. İsmet paşa, kulaklığını oynayıp, kravatını düzeltiyor. Resimlerindeki gibi tertipli görünüyor. Tıraşını olmuş, saç kesimi muntazam. Ağır ağır çıkıyoruz merdivenleri. Üst katta ufak bir oda var. Geniş sediri, eski kilimleri, dantelli perdeleriyle samimi bir merhaba sunuyor bize. Cumba kısmına gelince ikimizde aynı anda oturuyoruz sedire. O sedirin bir ucuna oturup bacak bacak üstüne atıyor. Ben diğer ucuna oturup pencereden dışarı bakıyorum. O geçmiş yılların sorumluluğu ile yorgun, ben gelecek yılların endişesi ile solgun. Dalıp gidiyoruz derin bir melale.
Bir ara “konuşalım” diyor. “Tamam, ama dinden de konuşalım” diyorum. “Tamam” diyor. Biraz kırgın bir ses tonu ile devam ediyorum. “Siz öleli 35 yıl olmuş. Türk tarihinde büyük roller oynadınız. Ama aydınlar sizi ağır bir şekilde eleştirmeye devam ediyor. Sanırım maziye attığınız çizikler bazılarını kızdırıyor.”
“Haklısın” diyor, “çok hata yaptım, ama aynı hatayı iki kere yapmadım.”
“Bu iyi bir şey mi” diyorum. Gülüyor.
Başka şeyler düşünmek istercesine kalkıp odada gezinmeye başlıyor. Bak diyor “benim çocukluğum en çok şu odada geçti. Koşarak merdivenleri çıkardım. Erik ağacının altında çok oyunlar oynadım.”
“Ne güzel” diyorum. “Çocukluğunuz kocaman bir konakta geçmiş. Oysa koca bir nesil, ömrünü tüp gaz kuyruklarında, karne ile ekmek alma telaşıyla geçirdi.”
Kaşlarını çatıyor: “Ben onları ekmeksiz bıraktım ama vatansız bırakmadım” diyor. “Siz yeni nesil bunu anlamazsınız.”
“Anlamayız çünkü biz farklı düşünüyoruz” diyorum ve nefes almadan devam ediyorum, “razı olan, ya da tercih yapmak zorunda kalan bir nesil olmak istemiyoruz. Ne aç kalmak ne de vatansız kalmak istiyoruz.”
Yerinden hiddetle kalkıyor ama sonra gülümseyerek dönüyor ve “ben öldüm biliyorsun değil mi” diyor. Sanırım ölenin arkasından hayırla konuşmak gerektiğini hatırlatmak istiyor. “Biliyorum” diyorum. Sözlerimin kalanını içimde tutuyorum.
Beraber yürüyerek konağı dolaşmaya devam ediyoruz. Bir ara kolumu dürtüp cebinden çıkardığı resmi gösteriyor “torunum” diyor. Sanki yan komşum Şükriye teyze İstanbul’daki torununu gösteriyormuş gibi bir anda cıvıyorum. “Aa ver bakayım şu resmi, pek de güzelmiş.” Paşa yüzünde beliren bir ciddiyetle “Torunum Gülsün” diyor. Ben de sesime çeki düzen vererek “tanıyorum” diyorum ve ekliyorum:
- Geçenlerde bir röportajını okumuştum. Elinde bir seccade ile poz veriyordu. ‘Pembe köşke seccade Abdullah Gül ile girmedi, benim dedem belki beş vakit namazında değildi ama anneannem namazını kazaya bırakmazdı…’ diyordu.
- Mevhibe Hanım yapardı öyle şeyler.
- Evet, hatta Mustafa Armağan bir yazısında cumhuriyetin ilk dört yılında Mevhibe Hanım başörtülüydü diyor. Yani bir başbakanın hanımı o yıllarda da başörtülüydü diyor, ama şimdi kıyamet koparılıyor nedense…
- Onlar dini siyasete alet ediyorlar da ondan.
- İyi de halk onlara dindar oldukları için değil, güvendikleri için oy vermiş olamaz mı?
- Ben buna inanmıyorum.
- Ama sizin zamanınızda…
- Ne olmuş benim zamanıma… Ben ülkeyi pek çok savaşa girmekten kurtardım, askeri başarılarım yok sayılamaz… Hem bu Mustafa Armağan kim tanımıyorum. Bizden olmadığı kesin.
- Olur mu paşam geçen gün bir makalesinde savundu sizi.
- Beni mi? - Evet, sizi. Birkaç gazeteci bir belgeye dayanarak sizi vatan haini diye nitelendirmişti. O da belgelerin doğrularını gösterip, bu belgelere bakılıp böyle bir şey denilemez demişti. Ama makalenin sonundaki cümleyi duymak istemezsiniz.
- Neymiş o cümle?
- Bir gün İnönü’yü savunacağım aklıma gelmezdi demiş. Gülümsüyor.
- Ne zaman gideceksin çok yoruldum diyor. “Gideceğim hemen” diyorum. “Tamam o zaman, Allahaısmarladık” diyor. Bir iki adım atıyor arkasından bağırıyorum:
- Hani dinden konuşacaktık paşam diyorum.
- Allahaısmarladık dedim ya diyor. Gülüşüyoruz.
Köşke girip gözden kayboluyor. Erik ağacı hışırdıyor, kuş sesleri yükseliyor. Sonra göğü yırtan bir çağrı duyuluyor. Ezan okunuyor. Müezzin Allahu Ekber diyor. Ben içimden “Allahu Ekber” diyorum. Kaybedilip de bulunmuş bir çocuk gibi göğsüme bastırıyorum bu sözü.
Avludan dışarı çıkarken söyleniyorum kendi kendime “Ah Milli Şef” diyorum, belki de sen ezanın orijinal halini yasaklamasaydın, bugün ezanın kıymetini bu kadar bilmeyecektik.”
Konağın içinden paşa bağırıyor: “Bunu duydum!” diyor. Ben de “tamam tamam gittim” diyorum. :)