Dünya salt betona dönüşmedi henüz, kıyamet de henüz kopmadı. Öyleyse önce kalpleri kaplayan kule tipi kibirlerden ve benliklerden soyunup ağaçların mütevazı gölgelerine doğru yürümelidir müminler.
“yâri davete hacet yok, sen yerini temizle, o gelir” / İbrahim Tenekeci
Her devir bir önceki devrin güzelliklerini eskiterek ve kötülüklerinden bir güzellik yontmaya çalışarak geçer. Her devir “kadrince kadir” olan insanlar üretir. Bu insanlar geçmişten ellerinde kalan ne varsa bir köze üfler gibi taze tutmaya çalışırlar.
Eskiden cennetin sağa sola savrulan saçlarıydı şehirlerimiz. Sulak arazileri, yerleri öpen söğütleri, haşarı bir çocuk gibi renkten renge giren üzümleri ile çiçek saplı bir mühür gibi halkın elinde tefekküre basılmayı beklerdi.
Düşüncelerin, ideolojilerin, geleneklerin jet hızı ile değiştiği bir zaman diliminde “şehir” denilen gelinin hiç yaşlanmayacağını hep taze kalacağını ummak elbette abes olur. Her şey değişmedi mi? Ne sen “şu duyduğum bülbül sesi mi” diyerek kerpiçten bir vadide hakikate yol arıyorsun ne de ben bahçemi gizleyen yüksek duvarların arasında görülmemekten haz alıyorum. Biz değiştik ve asude şehri de kendimize benzettik. Balkonsuz konakların sürmeli perdelerini “görmek ve görülmek” arzusuyla biz yırtıp attık. Evi koruyan kem gözlere bir kale gibi direnen bahçe duvarlarını nazik demirlere çevirmekten kendimize “estetik” paylar çıkardık. Bahçemizdeki üzümler gözümüze sivri kancalar gibi görünmeye başlayınca ellerimiz market reyonlarında felah bulmaya çalıştı. Yaşlı kadınların yeleklerindeki çengelli iğnelerle kendimizi oymalı tavan göbeklerine bitiştirmek yerine tek düze alçıpenlerden modern mezarlarımıza çekildik. Yaşlı kadınları da onların iki yakamızı birleştiren çengelli iğnelerini de kovduk hikâyemizden. Kirpileri, kaplumbağaları, bülbülleri iki balıklı fanuslara değiştik. Tespih şıkırtılarını, sadece namaz vakitlerinde bakılan cep saatlerini, okunmuş pirinçleri sandıklara biz hapsettik. Kur’ân-ı Kerimleri sedef kakmalı mahfazasında unuttuk. Evin bezir yağı ile ovulmuş tahta aksamına “şehrin güzelliklerini” tutuşturup ortadan kaybolduk.
Şehir değişti, çünkü ev değişti. İnsanların kalpleri değiştikçe evleri de değişmeye mahkûm değil midir? Evler değiştikçe şehir de değişiyor ve değişmeyen tek şey bu oluyor. Kalbimiz odaklandığımız, “Rahmanın ismi ile bir atan” nazargahlar değil, kalbimizi kendi haline terk ettik biz. Hatada kusurda dönüp baktığımız mihenk noktamız değil kalplerimiz. Artık dürtülerimiz var, modern hayatın hayhuyları var. Boynumuzdan aşağıya inmeyen sözlerimiz var. İşte kalbimizle irtibatı kopartınca evlerimizle de irtibat koptu. Ev, dört duvardan hâsıl bir yerleşkeye döndü. Yüklükler, merdivenler, tırabzanlar, çiçeklikler havaya uçtu. Oymalı kapı alınları gökyüzüne doğru buharlaştı. Evlerin letafeti kalplerin zifti ile hal oldu. Beyin kıvrımlarımız mide asitlerimiz geçmişteki tüm güzellikleri içinde eritip o beğenmediğimiz şehirleşmeyi püskürttü suratımıza.
Artık ne çevreciler duyarlı ne de duyarlı insanlar çevreci. Çevrecilerden daha çevreci olabilirdik. Onlar kalbin çevresinden uzaklaştıkça eziyet veriyorlarsa, biz bir mümin feraseti ile kalp çevresinden her varlığa uzanabilirdik. Göğe doğru uzanan her beton blok ile birlikte kalbimizden kule tipi hüzünler yükselebilirdi.
Değişen binalarda değişmeyeni bulmak en büyük keşiftir artık bundan sonra. Asıl hünerimiz, imtihanımız budur. Ahır sekisinin de şömineli terasın da sadece “mimari” bir durumun ötesine geçmemesi için müminin bundan sonraki tek vazifesi kalbine sahip çıkmasıdır. Günde beş vakit; Kabe’ye, sade bir yapı olma özelliğini kaybetmeden hesap gününe çıkacak olan o tek yapıya yönünü dönmesidir. Ruh inşaatının temeline hacerü’l esved taşını yerleştirip asıl memleketine dair kafa yormasıdır.
Resullullah’ın öptüğü o taş; ölü toprağını diriltecek bir mahiyete bürünmelidir müminin gözünde. Gerçek evini, sevgili ile olan kavuşmasını, dağılan zerrelerinin birleşmesini o taşa dokunarak yeniden hatırlamalıdır. O taş madem cennetten/memleketimizden gelmiştir, madem ki üzerinde yârin izi, aşkın yüzü vardır. O halde o taşı severek diğer taşları ve binaları hangi minval üzere sevebileceğinin pratiğini yeniden yapmalıdır mümin. Kendi cennetini imar edemeyeceği taşları sevmeyi terk etmelidir.
Evlerin pencereleri hâlâ varsa, insanların mimiklerinden hâlâ kalplerini okuyabiliyorsak evi düzeltmek için umut da vardır. Dünya salt betona dönüşmedi henüz, kıyamet de henüz kopmadı. Öyleyse önce kalpleri kaplayan kule tipi kibirlerden ve benliklerden soyunup ağaçların mütevazı gölgelerine doğru yürümelidir müminler. Kötülükler paçamıza pıtrak gibi yapışsa da, halen aramızda bir haksızlık gördüğünde çakırdikenine basmış gibi sıçrayan büyüklerimiz var. İşte onların dizinin dibine oturarak Kâbe’nin eteğine tutunmalı ve asıl vatanına yaklaşmalıdır…
Velhasıl taşları eğirenlere ve eğirmeyi öğretenlere selam olsun… Her gün kalbini yoklayanlara ve onu sönmek üzere olan bir köze üflercesine diri tutmaya çalışanlara selam olsun. Rabbim bizleri, birbirinin kalbini durmaksızın onaran İbrahimler eylesin. Amin.