George Soros ya da her kim olursa olsun Türk şiirini dışarıdan yönlendiremez. Zaten genel olarak, Türk şiirine para hortumu takıp yönlendiremezsiniz. Amerikan çıkarlarına, Avrupa’nın çıkarlarına doğrudan ya da dolaylı olarak hizmet edecek bir şiir Türkiye’de, Türkçe’de mümkün görünmüyor. Türk şiirinin, dolayısıyla Türk düşüncesinin güçlerinden biri bu.
HAKAN ARSLANBENZER, 1971 doğumlu. İstanbul Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği mezunu. Ankara’da yaşıyor, Büyükharf Yayınlarında çalışıyor. Evli, iki oğlu var. 1994’ten beri şiirleri, 1996’dan beri şiir, edebiyat ve kültür üzerine yazıları çıkıyor. Şehrengiz (1996-1997), Atlılar (1999-2005), Huruç (2002) dergilerini çıkardı; 2005 Eylül’ünden beri Fayrap’ı çıkarıyor. Neo-Epik şiir hareketinin teorisyeni ve önderi. Şiir kitapları: Reis’in Kara Merhemi (1997), Şehidet’in Erken Günlerini Anarak (1998), Namus ve Başka Şiirler (2001), Çok Üzgünüm (toplu şiirleri, 2007). Eleştiri kitabı: Dünyaya Saldıran Şair (1998). Yıllık: Türk Şiiri 2005 (2006), Türk Şiiri 2006 (2007).
Şairlerin bir şekilde muhatap oldukları şu klasik soruyla başlamak istiyorum. Niçin şiir yazıyorsunuz? İlk şiirinizi yazarken şiirden umduğunuz şeyle, şimdi umduğunuz şey aynı mı?
Şiire benzerlerime ulaşmak ve kendi sesimi onlara işittirmek için başlamıştım. 15 yıl sonra bugün, değişen fazla bir şey yok. Geçmiş 15 yılın başarıları ve hüsranları var belki. Şiir yoluyla mutluluğa ulaşabileceğimi düşlememiştim pek. Ama beni anlayabilecek insanlara ulaşabileceğimi düşünmüştüm. Ulaştım da. Belki daha fazla adalet bekliyordum. Şimdi de adalet bekliyorum. Şiirin adaletini…
Burada şiire yönelen insanların yapısıyla ilgili de bir şey soracağım. Bazı insanlarda, şiire belli bir oranda yakınlaşan kişilerin megaloman, fazla içe kapanık, duygusal; ya da kibirli, yıkıcı, egoist biri olduğu yönünde bir algı var. Şairlerin müspet yönde de olsa aşırılıklarının olduğunu düşünenler de var. Bu düşünceler hakkında, bu konuda ne söylemek istersiniz?
Şiire yönelen bütün insanların yapısını tayin edebilir miyiz bilmiyorum doğrusu. Şairlere bakarak bir şeyler söyleyebilirim ben daha çok. “Kibirli” denilen çok şairler gördüm ki, hayatımda tanıdığım en mütevazı insanlar arasındadırlar. Belli ki şairler belli bir mesafeden bakılınca olduklarından farklı görünebiliyorlar. Bu mesafeyi ortadan kaldırmaya çalışan şairler de yok değil. Ne bileyim ben, olgun şairlerden İsmet Özel’i, Ülkü Tamer’i yüz yüze ilk gördüğümde şaşırmıştım. Biz onlara nasıl saygı göstersek, daha doğrusu ne yapsak da saygısızlık etmemiş olsak diye gerginlik yaşarken, İsmet Özel’in kardeşçe tavrı ya da Ülkü Tamer’in beyefendiliği bir anda herşeyi değiştirmiştir. Bilmiyorum belki de şairleri kibirli bulanlar şairlere saygıyla yaklaşmaları gerektiğini bilmeyen ya da umursamayan insanlardır. Ki en genel insani ölçü şu değil midir: Başkasından tevazu bekliyorsan önce kendin saygılı davranmalısın. Yanılıyor muyum?
“Şiir ortamı” diye bir şey var mı? Yani mesela bazı şairlerin bir süre sonra şiir ortamlarından şikayet ederek, ortamlardan hatta şiirden bile uzaklaştığını görüyoruz. Böyle bir şiir ortamı var mı gerçekten?
Şiir ortamı bir şekilde vardır da; bu bir lonca olma haysiyetine sahip bir ortam mıdır? Bunu tartışmaya değer. Ben Türk şiirinin bir lonca olduğunu kabul edenlerdenim. Lonca bazen canlanır, bazen canlılığını kaybeder. Lonca canlılığını kaybetti diye çekip gidenler de olacaktır. Fakat önemli olan, bence, gidenin şiir açısından ne oranda can taşıdığıdır. Şiirden uzaklaşarak tüm loncaya kan kaybettiren, taşıdıkları candan, hepimize kazandırabilecekleri canlılıktan bizi mahrum bırakan arkadaşlarım oldu. Ama bazen acaba diye düşünmekten de kendimi alamıyorum; acaba güçleri yetmediği için, şiirin nabzını duyamadıkları için mi çekiliyor bu insanlar?
Peki, şiire yeni başlayan gençlerin şiir çevreleriyle ilişkisi nasıl olmalıdır sizce?
Kendi izlediğim yolu herkese öneremem sanırım. Ama anlatabileceğim yine kendi yolumdur. Ben şiirlerimin sadece en iyi dergide çıkması gerektiğine karar vermiştim. Çünkü en beğendiğim şiirler bu dergide çıkıyordu. Belki kişi olarak bana en uzak dergilerden, ortamlardan biriydi. Ki sonradan kendi dergilerimizi çıkararak bunu göstermiş olduk. Ama şiire yakın bir dergiydi. Bunun için de o derginin uzun süre şiirlerimi basmamasına tahammül edebilmiştim. Bu çileyi çeken, çekmek zorunda kalan ya da çekebilen ikinci bir kişiyi tanımıyorum. Şiir yazan çoğunluğun bu kadar sabrı yoktur. Olmaması da belki kötü bir şey değildir. Bilemiyorum yani. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır sonuçta. Ama bak işte şu adı var kendi yok yiğitlik kaçınılmaz bir şarttır şiirde. Yiğit olmalarını önerebilirim belki. Ama yiğitsen yiğitsindir zaten, değilsen değilsindir.
İsmet Özel, modern Türk şiirine varan damarın ethos ve pathos ağırlıklı iki ana çizgiden oluştuğunu, ve Türk şiirinin modernleşmesini pathos ağırlıklı kanaldan gerçekleştirdiğini söylüyordu. Bunun sebebini pathos şairlerinin, “devlete giden değil devletten gelen” bir şiiri yazdıklarını, devlete milletten daha fazla yaslandıklarını ifade ederek açıklıyordu. Şair, doğruluk-hakikat/güzellik-estetik ve şair, iktidar-statüko ilişkileri hakkında ne söylersiniz... Yine epey genel bir soru oldu ama..
Bu sorunuzun cevabını şu veya bu oranda içeren 600’ün üzerinde yazı yazdım bugüne dek. Bunları birkaç cümleyle özetlemek imkansız. Ama teori biraz böyle bir şeydir. Tamamen aydınlatılamayacak bir gerçeğin yanını yöresini parça parça ışıtmaktır. İsmet Özel mesela, sözünü ettiğiniz ayrımı yaparak Türk şiirinin teorisine ve bence dünya şiir teorisine çok önemli bir katkıda bulundu. Yazık ki ülkemizde teoriye karşı inanılmaz bir direniş var. Bir yandan gelişmek ve ilerlemek isteyen, fakat diğer yandan bu gelişmeyi sağlayabilecek zihinsel yeniliklere müthiş kapalı bir okur yazarlar topluluğunun içindeyiz. Bizim köyün bulgurunun üstüne bulgur yok zihniyetiyle büyütülmüş, okutulmuş insanlarız çoğumuz. Bildiğinden şaşma diye bir deyimimiz var. Benzeri onlarca, belki yüzlerce deyim, atalar sözü vardır.
Oysa bir diğer yandan da aynı inanılmazlıkta bir yorum talebi olduğunu görüyoruz toplumda. Futboldan şarkı-türkü yarışmalarına, siyasetten plastik cerrahi ve diyet olayına kadar herşey yorum konusu oldu artık. Ama sağlıklı, bütünlüklü, nesnesiyle yahut konusuyla gerçekten alakalı yorumlar çok fazla çıkmıyor. Çünkü yorum kavgaları ne kadar aktüel ve sıcak olursa olsun, yoruma bizi vardıracak olan tahlil ve nazariye süreçleri o kadar soğuk, sıkıntılı ve zordur. Klişelere sığınıyor bu yüzden insanlar. Medyanın allı güllü yorumcuları da tribüne oynadıkları için klişeler günümüzün yorum toplumunda zayıflayacağına güçleniyor. Her zaman aklımdan geçirdiğim bir şey: Şiir konusunda Ateş Hattı veya Siyaset Meydanı tarzında kuyruğun kapanın elinde kaldığı bir tartışma programı yapılsa rating rekoru kırar bence. Rekorların ve rating’lerin berisinde bir yerlerde, şair Eren Safi’nin tabiriyle mezara girerek yıllar süren teorik çalışmalar yapmak gerekiyor ve şiir konusunda ben bu gayreti (şairlerden zaten beklenemez) akademisyenlerde görmüyorum.
Epik, epik yanı daha baskın, ya da olgunluk dönemini epik şiirler yazarak geçiren şairlerin, düzyazılarıyla da Türk düşüncesine daha yoğun katkıları olduğundan söz edebilir miyiz acaba?
Elbette. Zaten önemli şairlerin yazılarından önce şiirleri de düşünceye yapılmış bir katkı, yahut da bizzat düşünce olarak okunabilir. Bizim ilk modern düşünürümüz aynı zamanda ilk modern şairimizdir: Namık Kemal. Sonraki dönemlerde de Namık Kemal’in mezarından kalksa alnından öpeceği çok sayıda şairimiz oldu. Bu şairlerin bir kısmı şiirin yanına siyasi, kültürel yazılar da koydular ki bu, şairlerle de sınırlı değildir. Türk düşüncesi zaten iktisatçı İdris Küçükömer’in, sosyolog Baykan Sezer’in romancı Kemal Tahir’le, şair Turgut Uyar’la, Sezai Karakoç’la, İsmet Özel’le yan yana veya karşı karşıya oldukları bir alan, bir ortam.
Bugün ama bunu geçersizleştirme çabasında bir entelektüel ortam var Türkiye’de. Batı düşüncesinin acentesi konumundaki gruplar, kurumlar veya kişiler entelektüel hayatımızı belirlemeye başladılar. Bunlar Türk düşüncesini ve düşünürlerini düşünce alanından kovma becerisi gösterdiler önemli oranda. Türk düşüncesi bu yüzden Türkiye’de mevcut düşüncenin muhalifi gibi gösteriliyor. Tabii küçümsenen, yerelliğe mahkum gibi gösterilmek istenen bir muhalif. İsmail Kara gibi, İsmet Özel gibi, Kurtuluş Kayalı gibi önemli düşünürlerin düşünür payesi yok ülkemizde. Diğerlerinin var. Kime düşünür, entelektüel deneceğine de yine onlar karar veriyorlar. O kadar ilginç bir durum var ki artık, George Soros’un bu tür grupları paraya boğduğu ortaya çıktı ama bu bir skandal olarak yer bulmadı kamuoyunda.
İşte şiirin düşünceye yapacağı katkı bu darboğazda aranmalı veya beklenmelidir. George Soros ya da her kim olursa olsun Türk şiirini dışarıdan yönlendiremez. Zaten genel olarak, Türk şiirine para hortumu takıp yönlendiremezsiniz. Amerikan çıkarlarına, Avrupa’nın çıkarlarına doğrudan ya da dolaylı olarak hizmet edecek bir şiir Türkiye’de, Türkçe’de mümkün görünmüyor. Türk şiirinin, dolayısıyla Türk düşüncesinin güçlerinden biri bu. İnancım odur ki, az evvel sözünü ettiğim gruplar kime entelektüel deneceğini belirleyebilseler bile Türk şiirini boğmadıkça tam bir zafer elde edemeyeceklerdir. Unutmayalım ki, Namık Kemal ya da Mehmet Akif de şimdilerin selefleriyle boğuşuyorlardı. Peki bu çevreler Türk şiirini boğabilirler mi? Hayır, boğamazlar.
Şimdi bir şey soracaktım da.. Cümleye “Genç şairler” diyerek başlayacaktım, fakat bu tamlama da pek sağlıklı değil herhalde...
Genç şairlik işi 25 yaşına kadardır, hadi akademik dünyanın yavaşlığını gözetelim de 30 diyelim. Bu durumda mesela siz bir genç şair ya da şair adayısınız, ama ben değilim. 36 yaşındayım çünkü. Bir şair için oldukça ilerlemiş bir yaştayım sizin anlayacağınız. Ha şu var ki, 50 yaşında olup hâlâ genç şair kredisinden yararlanmaya çalışanlar da var. Onlara ne demek lazım? Allah akıl fikir versin! Yetenek vermemiş çünkü…
Özellikle şiire yeni başlayan gençlerde ve sanırım İslâmi camiada da 2000’lerde gerçekleşen bir lirik şiir patlaması var. Daha çok şahsi travmalara, duygulanımlara dayalı ve çağından, çevresinden pek haber vermeyen metinler oluyor bunlar genelde. Bu lirik şiir patlamasının, Şiirin bizzat kendisiyle ilişkisi nedir?
Lirik şiir patlaması her zaman vardır, çünkü yazılan şiirin çoğu genellikle liriktir. Önemli olan bu lirik şiir kalabalığı içinde filiz verebilen bir şeylerin olup olmadığıdır. İkinci Yeni de, Garip de, Serveti Fünun da yola lirik şiirle çıkmışlardı; ama bunlar yepyeni şiirlerdi aynı zamanda. Ki günümüzde de lirik şiir alımlı bir şeymiş gibi duruyorsa, uzun modern dönemdeki bu başarılarına borçludur bunu. Bugün bu başarıların yenilendiğini söyleyemeyiz. 1960 Kuşağı ustalarının şiirini unutturabilecek lirik şiirler yazamamıştı. Sonradan da bu durumda pek fazla değişiklik olmadı.
Dolayısıyla, sizin patlama dediğiniz kalabalığın şiirle ilişkisi, bunları yazanların şiirin son 150 yıllık hikayesini sindirememiş olmalarıdır diyebiliriz. Sezai Karakoç’un Ping-Pong Masası ya da Tevfik Fikret’in Yağmur şiirini okuyup sindiren biri çok kolaylıkla oturup çiçekli desenli şiirler yazamayacaktır. Okuyan çok bu şiirleri, daha doğrusu okumayan yok gibi. Ama sindiren az. Zaten mesele de biraz gastronomi meselesi bence. Lirik bir şair olsaydım Haşim’in Merdiven şiirini geçecek bir şiirin peşinde koşardım. Ama çoğu lirik şairler veya lirizmi şiir sanan kalabalık, Merdiven’i birazcık ansıtabilen bir şiir yazabilirlerse kendilerini dehâ-yı âzam ilan etmeye hazır gibi duruyorlar.
Hakan Arslanbenzer’in özellikle şiire yeni başlayan gençlere önerdiği Türk şiirini okuma sıralaması nasıldır?
Kendi okuma sıralamamı gençlere önermek istemem. Sadece belki kendi tecrübemden söz edersem, onlar da buna bakarak kendilerine mahsus başka bir sıralama yapabilirler, diye konuya girmek gerekirse: Ben önce İsmet Özel ve Cahit Zarifoğlu’nu okudum, şiir okuma cehtiyle. Ama bundan önce Fuzuli, Baki, Akif, Nazım, Necip Fazıl gibi önceki dönemlerden karışık sırayla ve kasıtsız bir şekilde bildiğim, iyi bildiğim şairler vardı. Amerikan şairi Edgar Poe’yu ortaokulda okumuştum, Shakespeare de okumuştum ama bende çok fazla bir şey bıraktığını söyleyemem, ki sonradan daha güçlü bir okuyucu olarak okuduğumda da Shakespeare beni ne büyüledi ne de düşündürdü. Fazla plastik gelir bana Shakespeare, Baki, Attila İlhan, Yahya Kemal gibi şairler. Acı ve kişisel deneyim olmalı benim bir şairin şiirinden özellikle esinlenmem, etkilenmem, bu şiiri okumayı bir zevk haline getirmem için. Böylece, Sezai Karakoç, Cemal Süreya, Turgut Uyar ve Edip Cansever Özel-Zarifoğlu ikilisinden hemen sonra okuduğum şairler oldu.
Yani önce 1960 Kuşağını, sonra İkinci Yeniyi okudum. Ki şiir okumanın kuralı da aslında budur veya birçok eleştirmen, birçok şair bunu böyle kabul eder. Trene son istasyondan binersiniz, Cemal Süreya’nın muahezesine konu olmamak içinse ileriye doğru değil geriye doğru gidersiniz. 60 Kuşağı ve İkinci Yeniden sonra Garip, Hece ve Serveti Fünun şiirini, ondan sonra da Osmanlı şiirini düzensiz bir şekilde fakat yoğun olarak okudum. Ve bu arada İngiliz-Amerikan şiirini de en az Türk şiirini okuduğum incelikte okudum, dilini de bildiğim için. Fransız, Alman, Arap ve geri kalan dünya şiirini ise iddiasız fakat dikkatli bir okuyucu olarak okuma gayretinde oldum.
Bundan mutlaka bir kural veya öneri çıkarmak icap ederse, iki tane altın kuralımız var, şiir okuma konusunda. Bir, Türk şiirini tüm dönemleriyle bilmek zorundasın, tamamen, eksik bırakmadan. Çok ağır bir kural ama başka türlüsü bana hiç de anlaşılır gelmiyor. Yahya Bey’i bilmemek ayıp değil belki, ama öğrenmemek ayıp. İkinci kuralımızsa, dünya şiirini özel tercihlerde bulunabilecek, mesela Latin Amerika şiirini diyelim ki Rus şiirine tercih edebilecek, ama diyelim ki bu arada Rus şairi Boris Pasternak’ı çoğu Latin şairinin üstüne koyabilecek kadar dikkatli okumak. Ve geriye bir şey kalıyorsa tabii, onu da okumak.
Gençler için bir de; antolojileri, şiir yıllıklarını okuyup beğendikleri şairleri ve onların kanallarını takip etmeleri şeklinde bir yöntem öneriliyor...
Şiir yıllıklarının gençlere bir yararı olabilir tabii. Fakat ellerine bir kılavuz verilirse, kendilerine bazı önerilerde bulunulursa. Ben Türk Şiiri 2005 ve Türk Şiiri 2006’da bunu yapmaya çalıştım. Yıllığa aldığım şiirler ve şairler hakkında kısa fakat ilgilisini daha öteye taşıyabilecek, en azından merak duygusu uyandırabilecek değiniler yazarak bir anlamda şiir toplumuna ve şiire henüz biraz uzaktan bakanlara bir kılavuz, bir harita, bir plan sunmaya çalıştım.
Diğer yıllıkların da bazı erdemleri olabilir; fakat gençlere Türk şiirinin mevcut veya yakın zamandaki görünümünü bile sunabildiklerinden cidden kuşkuluyum. Çünkü bu yıllıklar bir kadro mantığı ile hazırlanıyor. Yüz küsur şair var ki, benim yıllık dışındaki bütün yıllıklarda hemen her yıl birer kısa şiirleriyle boy gösteriyorlar. Yıllık çıkaranlar bunları eleyemez. Almak zorundadırlar. Böyle olunca da o kadronun ismini ezberlemekten başka neye yarıyor yıllıklar; bir soru işareti bu. Bu soru işareti olmasa Türk Şiiri 2005’i çıkarma gereği duymazdım ben de zaten.
Neo-epik şiir akımının kurucusu ve önderisiniz ve 2005 ile 2006 şiir yıllıkları hazırladınız. Bu doğrultuda, Türk şiirindeki bugünkü hareketlilikleri nasıl yorumluyorsunuz?
Neo-Epik Şiir, bizimle başlayan bir şiir değil. İkinci Yeni şairlerinin, bilhassa da Turgut Uyar, Sezai Karakoç ve Cemal Süreya’nın 1960’ların başında yazmaya başladıkları daha uzun ve siyasi şiirler neo-epiğin bir anlamda trafosu görevini görür. Bu şiirlerden geçmişe doğru da gidebilirsiniz, bugüne de gelebilirsiniz. Geçmişe doğru giderseniz Nazım, Akif, Fikret ve Namık Kemal’i de görebilirsiniz karşınızda, Nefi ve Yahya Bey gibi klasik Osmanlı şairlerini de. Bugüne doğru geldiğinizdeyse, öncelikle bizim 1995-1996 yıllarında başlattığımız ve 1999-2005 yılları arasında en canlı dönemini yaşayan ve bir şiiri akımı hüviyeti ve haysiyeti kazanabilmiş neo-epik hareketimizi göreceksiniz. Neo-epik hareket, 1960 Kuşağının çıkışından 90’ların ortasına, hatta sonuna kadar olmuş, gelmiş en canlı harekettir. Bugünse bu hareket veya akım ilk sonuçlarına varmış ve rolünü tamamlamış, akım olma özelliğini kaybetmiştir. Zaten akımlar birkaç yıl sürer.
Bugün neo-epiğin şiirde merkezi bir yeri var. Önemli dergilerde yayımlanan şiirlerin azımsanamayacak kısmı ya doğrudan doğruya neo-epik tarzda şiirlerdir veya neo-epik hareketin açtığı yolda ortaya çıkmış, ya da bu hareketten ciddi anlamda etkilenmiş şiirlerdir.
Bundan çok da kopuk olmayan ikinci bir gelişme, Yeni Hece Şiirinin dağılma sinyalleri vermesidir. 1990’larda özellikle sizin “islami camia” dediğiniz çevrelerin aşırı derecede desteklediği Yeni Hece Şiiri dergilerde çok yer buldu, heceyle yazıldığı ve toplumun baz değerlerini savunma gibi bir tutum sergilediği için dikkat çekmeyi de başardı. Fakat şiirsel bir yenilik getiremediği, loncaya can katamadığı için günümüzde çözülmeye, bozulmaya uğramış, dağılmış bir görünüm arz ediyor. Yeni Heceyle yazılmış çok şiir görüyoruz dergilerde, ama bunlar 10 yıl, 15 yıl önceki ilgiyi uyandıramıyorlar.
Bir başka gelişme, Yeni Biçimci Şiirin doğuşudur. Bugün Ahmet Oktay gibi şiirde mevzi ve mevki siyaseti güden solcular, Yeni Biçimci akımı ve bu akımın sol siyasete ait kabul edilemeyecek şiirine lanetler ediyor. Yeni Biçimcilik mesleki açıdan ilgi ve merak uyandırma kabiliyetine sahip, fakat tüm şiiri şekillendirme, loncaya yeni bir kişilik getirme konusunda henüz bir başarı kazanabildiğini söylemenin güç olduğu bir şiir akımı. Çünkü bu ancak belli şairlerin ve belli şiirlerin etkilerini kabul ettirebilmesiyle olabilecek bir şeydir. Bu sonucu yaratamamış, bu noktaya gelememiş akımlar fazla etki yaratamadan veya popülerleşip dejenere olarak çekilirler. Yeni Biçimciliğin bu kadere mahkum olduğunu söylemek için henüz erken, ama aksini de pek rahatlıkla söyleyemediğimiz bir o kadar açık.
Teşekkür ederim...
Ben teşekkür ederim.