Haziran 2013 Yazı Atölyesine Gelen En İyi Yazı
Yazı Hakkında Metin Karabaşoğlu`nun Yorumu: Daha da iyi olabilirdi, en başta bunu söyleyeyim. Bununla birlikte, mevcut haliyle de bir yazı bütünlüğüne sahip. Giriş paragrafından sonra farklı mecralara akıyor yazı, arada çok güzel tasvirlere de girişiyor ve sonra bütün bu unsurlar toplanıp en başta ele aldığın konuda buluşuyor. Eksiklerine ve ayrıca bazı yerlerdeki fazlalıklarına rağmen, bu üslup ve anlam bütünlüğü yazını ‘Ayın Yazısı’ olarak seçmeye yöneltiyor beni. Taş üstüne taş koyarak, gayretle devam...
Hüseyin Erdoğan
Üzerinde ayaklarımızın bir o yana bir bu yana sallandığı topraklara yolculuğumuza, ağlamakla mı başladık? Ufak bir öksürüktü tüm bu serüvenin başlangıcında olan maddî şey. Büyüdük hızlıca, koskoca serüvenin başlangıcını üç harfle özetleyiverdik. “Öhü” oluverdi başlangıç. Başlangıçtı hani… Üç harften fazlası olmaması gerekti. Harflerin sayılarına takılmaz olduk. Artık “öhü” “ühü” oldu. Kendimizi tutamadığımızda “öhü”den sonraki yol arkadaşımız oldu “ühü”. Kelimeler bizim ürünümüzdü, fakat bunlar bizim ürünümüz gibi durmuyordu. Kendiliğinden oluvermişti. Sonra düşündük, ne olabilirdi bunun evveli?
Nefesti elbet. Sıcacık, hafif nemli… Boğazı okşayarak akıveren, tam çıkacağı sırada hızlanıp soğuyan minicik hava akımı neden oluyordu buna. Aslında… Hava kendi kendine hızlanmıyordu ki. Biz kendimizi sıkınca oluyordu tüm bu olaylar.
Nefes bize verilmişti ve biz nefesi yönetmekte özgürdük. Yavaşça verince nemlendirip ısıtıp geçiyordu; hızlandırınca silip süpürüyordu. Kimi zaman yavaşça vermek gerekiyordu kimi zaman hızlıca. Hani serüven başlangıcı var ya. Orada hızlıca alıp vermeliydik. Yoksa ciğerlerimiz açılmazdı. Bunun için ufak bir bedel ödedik: acı.
Ağladık sonra, fakat bize bahşedilen koskoca hayatı düşünemedik. Canımız yanıyordu ve biz nimetler kapısından içeriye girerken göğsümüzün yandığından şikâyetçiydik. Küçüktük, bilmiyorduk ki? Acaba kendimizi baştan belli mi etmiştik?
Tatmin olamadık çoğu nimetten, bazen biraz fazlasını istedik. Biraz fazla paramız olsaydı neler yapmazdık ki? Belki de yapmamız gerekliydi. Ya fakir olsaydık? Ya dileğine istediği kadar rızık veren bize vermeseydi? Elimizdeki para şimdi çok kıymetli, değil mi? Anlayamadık işte bir türlü. Bize hayata başlarken verilen o sesi bile üç harfe sığdırıp bir kenara attık. Başka nerede karşımıza çıkacaktı ki? Dünyaya bir kere gelmiştik. O ses değerliydi halbuki. O “öhü” sesi sanki öksürükten çok ayrı bir sesti. İmtihan dünyasındaki zorluğu temsil ediyordu herhalde.
Hayata gelmek için acı çekmiştik ve yaşarken de acılar çekecektik. Bu acılar bize, eziyetten çok, öğretmendi aslında. Her silleyi yememizde yerini ovalayıp ayağa kalkmalıydık. Güçlü durmalıydık yani. Müslüman diye tabir edilmeye layık olmalıydık. Büyük bir acımız varsa, ondan büyük bir Rabbimiz vardı bizim. Sadece sabretmeliydik, Rabbimiz için sabretmeliydik. Her fâni sınavda kalemimizi, silgimizi, kalemtıraşımızı, hatta bazen kâğıdımızı biz getirdik. Oysa O, değil kalem, silgi ve kâğıt; bize bizi verdi. Bir de kitabı açıp bakmayı serbest etti. Yine de zor geldi bize. Bazen imtihanda olduğumuzu unutup kâğıdın kenarına köşelerine daldık. Ne de güzel yaratmıştı her şeyi. Onun yarattığına hayran kalırken O’na hayran kalmayı unuttuk. Ne ayıp ettik…
Birine bir hediye alıp verdiğimizde ona bakılıp kendimizin unutulmamasını istedik, fakat O’nun verdiği milyonlarca hediyeye bakıp dağ, taş dedik. Yine de bizi sevdi. Affetmenin kapısını açtı, davet etti. Kimimiz kabul ettik bu daveti mahcup bir yüzle, kimimiz o kapıya varmaya tenezzül bile etmedik. Ne de olsa, batmıştık bir kere. Az önce ne olmuştu öyle? Kusurlarımızı Allah ile mi karşılaştırmıştık? Yoksa kusurlarımızın, hâşâ, Allah’tan büyük olduğunu mu ima etmiştik? Etmemeliydik. Etmez olaydık…
Bizi her şeye rağmen öylesine seviyordu ki, yardım etmeyi hiç bırakmadı. Hediyelerini, hiç anlamıyor diye kesmedi. Rahmeti merhameti sonsuz olanı kim engelleyebilirdi?
Uyardı, elçi gönderdi. En sevdiğini bizim yanımıza yolladı. Kâinatı onun hatırına Yaratan, onu kâinata gönderdi. Kimin için? Bizim için… Hafif şefkat tokatları yedik. Ya ileri gidiyorduk ya da başımıza bir şey gelir diye uyarıyordu bizi bizzat.
Acılar vardı demiştim hani. Acılar verdi bize eğitilmemiz için. Eğitilmek için acı çekmemiz gerekiyordu. Şefkatle de eğitti bizi. Biz fark etmedik. Acı çektik ya, onu hep fark ettik, hiç unutmadık.
Şu ya da bu şekilde ömrümüz sürdü gitti. Gitti. Sonunda o da gitti. Son hediyesini verdi Rabbim. İlk defa verdiği hediyeyi bir kenara atmıştık. Bu hediye tekrar karşımıza çıktı. Eyvah! Çalışmadığımız yerden gelmişti galiba. Kimine ansızın, kimine kelime-i şehadetten sonra verdi. Son “öhü”.
Pek öhü değildi bu sefer. “ Öhh” tü ya da “Ögh” gibiydi. Farklı farklı telaffuz edildi de, bir şu üç harf değişmedi. Bir sızlamayla başladı şu ömrümüz, bir sızlamayla bitti. Bitmez denilen, sonunda bitti. Çok görülen bitti. Bitmesin denilen bitti.
Peki, ne olacaktı şimdi kim bilir? Hediyelerin sahibi ne diyecekti?
Kim bilir? Allah bilir…