
Bu ay yazısı AYIN YAZISI seçilenler: Hüseyin Erdoğan, Meryem Neşe Gümüş, Sabahat Meraki ve Süleyman Nergiz... Tebrik ediyor, başarılarının devamını diliyor ve bekliyoruz.
Yazı Hakkında Metin Karabaşoğlu`nun Yorumu: Son iki paragrafı biraz daha iyi çalışılabilirdi kanaati uyanmış olsa da, uzunluğuna karşılık kendini okutturan, kurgusu iyi bir yazı kaleme almışsın. Düşünce örgüsü de sağlam. Genç ile ihtiyarın diyalogu gayet sıcak ve sahici bir biçimde verilmiş; bunu da bir artı olarak kaydediyorum. Sonuç itibarıyla, gayet ümit verici buldum yazını. Uzunluğu dolayısıyla dergide değerlendirmemiz zor; ama yine de ayın yazısı olmaya aday bir yazı olarak gördüğümü belirtmeliyim. Gayretle devam.
Hüseyin Erdoğan`nın yazısı:
Gecenin kendisi gibi karanlık bir hisle uyandı. Yatağından doğruldu ve durmaksızın öten çalar saati zulüm edercesine hırpaladı. Kapanmak bilmeyen alarmı sonunda susturmuştu. Yüzünü sıvazladı ve tekrar yatağa bıraktı kendini. Usulca telefonunu eline aldı ve saate baktı. Saat 05.32 idi. Güneş’in 06.15 gibi doğacağını düşünürse ayılmak için biraz daha vakti vardı.
Yatağa girerken öylesine ümitliydi ki bu derdini unutacağına. Hiçbir fark yoktu. Uykuyla bastırmış olduğu bu uyuşuk ruh hali güç kaybetmeksizin devam ediyordu. Bir an şeytanın sesini duyar gibi oldu:
“Hava ne kadar soğuk! Oysaki yatak sıcacık değil mi? Biraz daha yatsan, ne olsa daha gece uzun.”
“Ya Allah! Bismillah!” dedi ve bir çırpıda yorganını yere atıp kalktı ayağa. Ağzındaki o lezzetsiz tadı götürmek için olduğu yerde fırçalamaya başlayabilirdi. Kalkar kalkmaz göğsü sıkıştı ancak sadece üzerini ovalamakla yetindi. Lavabonun o kar soğuğu taşlarına ayağı değince üzerine tüneyen uykusu, Eyüp’teki güvercinlerin uçuşması gibi bir anda kayboluverdi, uçuştu, kaçıştı. Gözlüğünü takmayı yine unutmuştu fakat taksa dahi aynı bulanıklığın devam edeceğinden adı gibi emindi. Sahi adı neydi?
Aynaya kaçamak bir bakış attıktan sonra kıpır kıpır dudaklarıyla niyet etti ve abdestini tamamlar tamamlamaz diş fırçasını kaptı. Dilini fırçalarken bir an abartıp öyle derine sallamıştı ki, boğazının derinliklerinden gelen o ses galiba annesini uyandırmıştı. Mutfaktan tıkırtılar geliyordu. Gecenin o soğuk havası suratında kollarında ve ayağında dans ederken o bir an önce havluya ulaşmak için koşuyor aynı zamanda bir eliyle masadan kaptığı peçeteyle kulağını temizliyordu. Mutfağa doğru dönüp “Anne!” diye seslendi. Yanıt yoktu kapıyı açtığında içeride kimsecikler yoktu, ışıklar kapalıydı. Bir an içinden “Tut ki biri cevap verse ne yapardın?” diye geçirdi. Hafifçe kıkırdıyordu. İyi gelmişti gülmek. Kendini biraz iyi hissediyordu ki tekrar aklına geldi canını böylesine şu mesele. Derin bir iç çekti.
Namaz kılmak için odaya girdiğinde annesi çoktan durmuştu namaza. Tıkırtıların ondan geldiğini artık daha kesin gözüküyordu. Silkelendi. Şu vakitte düşündüğü şeyden dolayı kendini ayıpladı. Derhal namaza durdu. Bitirdiğinde kendini daha iyi hissediyordu ve bu sefer kafasını taktığı şu meseleyi düşündüğünde dahi daralmıyordu. Ellerini açtı fakat cümle kurmakta öylesine zorlanıyordu ki… Üç beş kelimeyi bir araya getiriyor lakin demek istediğini bir türlü diyemiyordu. “Allah (c.c) her şeyi bilir.” diye geçirdi içinden. Cümle kurmadı sadece sustu duasında. Bu durum pek de hoşuna gitmedi en güzel cümlelerle konuşmalıydı Rabbiyle. Türlü türlü güzel kelimeler dizmeliydi. İnciye benzemeliydi. Ağzından döküldükçe tat gelmeliydi… Fakat olmuyordu… Gözlerinden yaramazlık yapan gözyaşları kaçmaya başladı. Annesinin kendisini izleyebileceği ihtimalini düşünerek kendine çeki düzen verdi. Annesi onu böyle görmemeliydi. Etrafa bakındı annesi bir elinde tespih diğer elinde o öpmeye doyamadığı aynı zamanda kıyamadığı yanağı, kanepede dizleri üzerine oturuyordu.
Hava yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı. Dışarısı çok soğuktu. Dün yeğeninin kahkahalar kopararak dışarıya savurduğu bir bardak sudan arta kalanlar pencerenin önünde donmuştu. Üzerine kalın bir şeyler giydi ve balkon kapısını istemeden sesli bir şekilde açtı. Dışarısı kızgın kedi misali yüzüne bir hamle yaptı. Biraz durunca artık o kadar da soğuk gelmiyordu. Belki de ev çok sıcaktı.
Belli etmeden ıslık çalmaya çalışan bir çocuk misali sabahın o güzel vaktinde rüzgâr hafif hafif esiyordu. Bu loş ortamda çok duygulanmıştı. Gözlerini etrafta gezdirdi rüzgâra bakmaya çalışırcasına.
“Ey Sabâ rüzgârı! Yolun düşerse semt-i harameyne
Selamımı arz eyle Rasulû Sakaleyne!” dedi usulca.
Öyle ya… Ne zaman derdi olsa bu rüzgârla muhabbete dalardı. Başta selamını yollar sonra o susmak bilmeyen düşüncelerini serbest bırakırdı. Rüzgârsa yardımcı olabilme ümidiyle bir o tarafa savurur bir bu tarafa savururdu tüm o karmaşık, anlamlı, anlamsız tüm düşünceleri.
Etraf iyice aydınlansa da Güneş hâlâ doğmamıştı. Yatağına uzanmak istedi. “Uzanmak?” dedi yavaşça. Uyuyakalacağından adı gibi emindi. Sahi adı neydi?
Yaklaşık bir saat uyumuştu. Yataktan kalkarken bu sefer de başı döndü. “ Bu kadar mı belli olur duygularımla mantığımın beni sıkıştırdığı?” dedi kendi kendine. Önemsemedi tabii. Hem biraz hızlı kalkmıştı, belki de sebebi buydu.
Doktora gidecekti bugün. Dün akşam eğilirken boşluğa düşer gibi olmuş, midesi bulanmıştı. Ritmik titremeleri bir türlü kestirememiş kendisini de annesini de korkutmuştu. Bir anda böyle bir şeyin olması onu çok endişelendirmişti fakat endişesi o an mıydı? Neden bunu duasında belirtmedi? Bu soruları cevaplayacak mecali yoktu. Giyindi ve kahvaltısını yapamadan dışarıya attı kendisini. Servis durağında ve servisle yolculuk esnasında içindeki o gevezeyi serbest bıraktı. Konuştu, konuştu… Hiç yorulmuyordu.
Haklı mıydı? İnsanları çok seviyordu. Hele tanıdığı birkaç ahbabı vardı ki muhabbete doyamazdı. Boş konuşmamaya özen gösterirdi. İçlerinden birisi vardı ki onla konuşurken huzur bulur hep iyilikten, güzellikten, hayır işlemeden ve nasıl Allah’ın rızasını kazanabileceklerinden bahsederlerdi. Fark etmese de onu kafasında öyle yüceltmişti ki onun etine kemiğine bürünmüş yeni bir dost tasarlamıştı kafasında. Bu dost öyle bir insandı ki hiç kimseyi kırmazdı. Daima hayır konuşur, duruşundan asalet akardı. Sünnete daima uyan, hiç kötü söz etmeyen, haramdan yüzünü cehennem ateşinden çeker gibi çeviren biriydi. En çok da bu dostu onu yani kendisini çok seviyordu. Onu düşünürken üzüldüğü tek nokta farklı şehirde olmalarıydı.
Bir gün özlemi içine kor gibi düşmüştü ve telefona sarıldı. Onu aradı ve yanına geleceğini söyledi. Dostu da öylesine sevindi ki gelmesine üç gün vardı ama bu üç gün, üç saat gibi geliyor fakat üç yıl gibi geçiyordu. Sayılı zaman çabuk geçermiş. Otobüse binmişti fakat yüzünden düşen bin parçaydı. Dostu telefona cevap vermiyordu. Yolculuğu bitince şoförden gözüne kestirdiği cami yanında durmasını rica etmişti. Belli ki çok bekleyecekti. Hava aksi gibi bozmuş yağmur yağıyordu. Camide öğle namazını kıldıktan sonra dostu aramıştı. Tarifi imkânsız mutluluk ve heyecanla telefonu açtı. Dostu onu unuttuğunu, kendisinin şu an köyde olduğunu söyledi. O güne kadar hiç dizlerinin üstüne yığılmamıştı. Telefonu çeşitli sebepler sunup kapadıktan sonra paramparça olan yüreğini de alıp geri dönecekti. Bu şehir ona yabancıydı fakat o aradığında hiç de öyle gelmemişti. Telefonu kapadıktan sonra sanki yurtdışındaydı. Sevmediği bir yerdi. Yağmurda ıslanmayı severdi fakat üç saattir kendisine banyo yaptıran bu yağmur üzerine katran döküyordu sanki. Sustu. Tek kelime dahi etmeyecekti. Hayatında belki de şu içindeki gevezeyi susturduğu tek andı. Öyle çok seviyordu ki dostunu olur da ağzından beddua çıkardı ona. Onun üç günlük hafızasına bile sığmamıştı. Oysaki o onun yumruk kadar yüreğine sığmıştı. Eve döndüğünde ailesine yalan söyledi. Onunla gezdiklerini çokça eğlendiklerini fakat dostunun bir yere gitme zorunluluğundan dolayı kısa kestikleri anlattı. Odasına girip kapısını kilitledi. Kırmızı gösterini yastığın beyaz kılıfına sile sile ağladı.
Hastaneye doğru yanaştı servis. Bir çırpıda atıverdi kendini. Midesi tekrar bulandı. Aldırmamaya gayret etti. Hastaneye girdi ve nöroloji uzmanına görünmek istediğini belirterek sıra aldı. İkinci sıradaydı. Sırası geldiğinde içinde kötü bir his vardı. Girmek istemiyordu. Odadan içeri girerken doktorun simsiyah gözlerine dikkat kesildi. Ne de derin bakıyordu. Baş dönmesini, beyninin zonklamasını teker teker anlattı. Doktor şaşırmış gözüküyordu. Bazı testler yaptı ve tahlil istedi. Tahlil sonuçlarında bir sorun yoktu. Diğer yaptığı testlerde de en azından kendisi bir sorun göremedi. Doktor kendisinin çeşitli şeylere kafasını çok taktığını bunun sonucu oluşan stresin vücutta kendisini böyle belli ettiğini söyledi. Gözleri dolar gibi oldu. Doktor sustu. Reçeteye bir ilaç yazdı, döndü ve dedi ki: “Namaz kılıyor musunuz?” Kulaklarında yankılanıverdi bu cümle. Evet kılıyordu. Doktor hafifçe kaşlarını kaldırdı ve indirdi. Doktora teşekkür edip eczanenin yolunu tuttu. Biliyordu, antidepresan vermişti. İlaçtan hemen orada bir tane alıp öğle namazı için caminin yolunu tuttu.
Müslüman hiç böyle olur muydu? Neydi bu hali? Anlam veremediği onca karmaşık duygular etrafını çepeçevre kuşatmış, boğazını sıkıyordu. “Allahuekber” diyordu ya hani her namazda. Sıkıntısının büyüklüğü hâşâ Allah’ın büyüklüğü yanında ne kalırdı ki? Koca bir hiç… Böyle düşünürken bu ruh haline bürünmesi o kadar mantıksız geliyordu ki. Namazı kıldıktan sonra caminin etrafına dizilmiş banklardan birine oturdu. İlacın göstermiş olduğu yarı uyuşuk hal onu yine derin düşüncelere sürüklemişti.
Güzel bir koku işitti. Biraz sonra yakınında oldukça güzel bir baston belirdi. Döndü ve ihtiyara baktı. “Evladım, buraya oturabilir miyim?” dedi ihtiyar yumuşak bir ses tonuyla. “ Öyle şey mi olur? Tabii buyurun lütfen.” diyerek iyice kenara çekildi. İhtiyar da hafif gülümsemeyle oturdu. Hemen halini hatırını sordu ihtiyarın. İhtiyar da büyük memnuniyetle karşıladı bu hoş davranışını. Bir muhabbet başladı aralarında.
- Kimsin sen genç? Kimlerdensin? diye sordu ihtiyar.
- Ben… Ben dertliyim amca. Dertlilerdenim.
- Ya, öyle mi? Pek güzel… Senin gibi kibar bir gencin de olması gereken bu evlat. “Aç doyar mı, çıplak giyinir mi, muhtaca yardım ulaştı mı?” diye dert edinen bir gençle tanışmak pek güzel. İslam dünyasının şu zor zamanlarında, mazlumu derdine ortak olan bir dertliyle tanışmak çok güzel…
Gözlerini uzaklara dikmişti. Nutku tutuldu. Olması gerekeni, yapması gerekeni bırakmış da kendini heba etmişti. Gözleri hafif doldu. İhtiyara anlattı başına gelenleri. “ Ben onu kalbime sığdırmışken, ben onun üç günlük hafızasına sığamamışım amca” deyince ihtiyar hafif kaşlarını çattı. “ Ey güzel evladım! Senin mülküne bir başkası gelip otursa ne yaparsın? Allah (c.c) yalnız müminin kalbine sığabileceği söylerken sen o kalbi niye bir faniyle doldurdun? Dostunun yaptığı davranış seni ne kadar üzdü değil mi? Ona bu hatasını elbet bildirmek istersin. Peki, acaba Allah (c.c) seni yalnız kendisiyle irtibatta bırakmak istiyor olamaz mı? Bizim gayemiz de bu evladım. Kalbimizin her atışında O’nu hatırlamak, her nefesimizde O’nun ile olmak, O’nun bize sunduğu bu sonsuz bin türlü nimete şu aciz bedenlerle şükretmek, hatırlamak değil tüm gayemiz?” İhtiyarın bu sözleri karşısında ağlamaya başladı. “Öyle… Öyle amca! Ben kalbimi fani şeylerle doldururken O bana hâlâ rahmet edip beni huzuruna, namaza kabul buyuruyor” dedi. “Ha şöyle evladım!” dedi ihtiyar. “Hayatının en verimli çağında gaflete boğulanlardan olma” derken caminin yanından cenaze arabası geçiyordu. “Bak!” dedi ihtiyar. Yerinden doğruldu ve kırmızı gözlerle baktı. “Yarın bir gün şu arabada taşınacak beden Allah yolunda yıpransın. Gözleri Allah için ağlamaktan şişsin şişecekse. Ne mala ne mülke tamah etsin şu beden. Fazlasını istemesin. Sanki hep burada kalacakmış gibi nefsine hoş geleni yapmasın. Haydi evladım! Silkelen de kendine gel” dedi. Birkaç öksürükle boğazını temizledi. İhtiyarın ellerini tuttu ve doyasıya öptü o iki mübarek eli. “Allah razı olsun” diye defalarca dedi. Hatta başka hiçbir şey diyemedi. İhtiyara bir an başka bir şey diyemediği için özür diledi. İhtiyar ise o ağır başlılıkla hafifçe tebessüm etti ve dedi ki: “Neden özür dilersin? Hepimizin isteği bu değil mi? De evladım de! Yüz kere de bin kere de. Allah senden de razı olsun”
İhtiyarın yanında ayrıldıktan sonra ilacı çöpe fırlattı. Kendine çeki düzen verip evine giden o bomboş sokaklardan öyle heyecanlı öyle güçlü yürüyordu ki. Yürürken içinden bulunmuş olduğu durum için tövbe ediyor, Allah’tan ümidini kesmemesi gerektiğini kendine telkin ediyordu. İyice dolmuş olan içini “ Allah!” diye boşalttı. Eve girdi ve annesinin ellerine koştu. Annesi başını sıvazlayıp, ona dua okumaya başladı. Gözleri kapalı içinden şu cümleyi geçirdi.
“Yine Allah sana rahmet etti. O’nu unutmana rağmen seni sonsuz nimetlerle kuşattı. Senden kat be kat yüce olmasına karşın sana değer verdi, seni dinledi, seni huzuruna kabul etti. Uzuvlarını sağlam yarattı. Sadece senden iman etmeni, O’na kulluk etmeni istedi. Seni bir imtihana soktu fakat bu sınavda sana hep yardım etti. Elinden tuttu, kalbine dokundu. Şimdi O’na kulluk vakti! Şimdi O’na şükür vakti!”
Derken annesi mırıldanırcasına “La ilahe illallah” dedi.
“İşte… Bunu asla unutmamalıyım: La ilahe illallah!” dedi.
Sahi onun adı neydi? O kimdi? Onun birçok adı vardı. Kim olduysa apaçık belliydi. O “sen” idin. Belki senin dostun böyle yapmamıştı. Belki hiç nörologa gitmedin. Kabul et hata yaptın. Dünyalık şeye tamah ettin. Pişman oldun… Kalp denilince hep o dört odacıklı aklına geldi. Yanıldın!
Bunların hiç biri de şu su götürmez gerçeği değiştirmez. O sen idin. O (c.c) ise hep seninleydi.