Merve Kurtoğlu
Onu “Şeytan Oturum Açtı” ile tanıdık. Şaşırtıcı gözlemi, zengin tasvirleri ve sıra dışı naifliğiyle hemen kanımız ısındı. O günden bu yana hiç ayrılmadık. Cenneti ayaklarının altına almasına vesile olacak en kutsal vazifesinin bile yazı hayatına engel olmasını istemedik. Hep yazsın hep bizi şaşırtsın istedik. İlk kitabı Metropol Bedevisi’nden sonra şimdi Ölü Serçe Dönemeci isimli ikinci kitabı ile bizi yine şaşırtmak için sahnede. Ayşegül Genç’le yeni kitabını konuştuk.
Dert yazdırır insana, ya çok iyi bir gözlemcisiniz ya da çok dertlisiniz, kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Biz Genç Dergi için nefes tükettiğimiz günden beri “dert” kelimesi üzerinden kendimizi tanımladık. Mehmet Lütfi Arslan’ın ortaya attığı, bizim ise mülteci kamplarına düşen bir dilim ekmek misali kapıştığımız bir sözcüktür bu. Kimine arabesk kimine yüzeysel gelebilir. Bizim için bu sözcük; hazlar cehenneminde kendimizi aramayı, kendimizi bulmayı ve kendimizden taşmayı hatırlatır. Kendi kendimizi yok etmekten kendimizi tanımlayarak kurtuluyoruz ya hani. Bu yüzden dertliyim diyerek kendimi tanımlamak hoşuma gidiyor... İyi bir gözlemci olup olmadığıma ise ancak okuyucu karar verebilir diye düşünüyorum.
Tekvir Sûresi’yle başlayan kitabınız, kıyamet gibi yaşamlarımızla bizi köşeye sıkıştırıyor, seçilen karakterler ve hikâyeler, verilen örnek şahsiyetler zor durumda bırakıyor doğrusu “nefsi için nefes alan” bizleri. Neden böyle bir roman kaleme almak istediniz?
Hepimiz kendimizde var olandan ziyade kendimizde olmayanları konuşarak yaşıyoruz. İşim yok, evim yok, etiketim yok… Yokluklar üzerinden var olmaya çalışıyoruz. Mazeretimiz de bu, sığınağımız da. Oysa bu varlık anlayışı temelden yanlış. Emelleri “tulu emele” çevirmeye, potansiyelin üzerine toprak atmaya gerek yok. Var olmayı, var olmanın getirdiği sorumlulukları hatırlatsın, vicdan yoklamasına dönüşsün ve kendimizi bulmaya vesile olsun diye yazdım bu kitabı.
Diğer yandan çıkış noktam Hz. Sümeyye’nin hayatıdır. Onun varlık anlayışı ile Ebu Cehil’in varlık anlayışındaki temel farkları analiz etme çabasıdır. Biliyorsunuz o devirde Hz. Sümeyye’nin var olabilmesi için (Ebu Cehil’e göre) para, özgürlük, itibar, güzellik, gençlik gerekliydi. Hiçbir şeyi olmayan bu yaşlı kadın ise her şeyi varmış gibi davranıyordu. Kemikleşmiş bir düşünceyi kırıyordu. Köle bir kadın için ulaşılmaz olan ne varsa teklif edildi. Reddettikçe öfkelendi Ebu Cehil, öfkelendikçe zulmün dozunu artırdı. Kendisini bir otorite savaşında yenilmiş olarak gördü. Bu yenilgiyi bertaraf etmek adına güce sığınarak aslında güçsüzlüğünü kazımış oldu tarih sayfalarına. İşte o günden sonra kim ne zaman zulme niyet etse Ebu Cehil’in mızrağına dokunmuş oldu. Kim ne zaman zulüm ile karşılaşsa Hz. Sümeyye’yi anarak bir şehadet rüzgarı ile direnişini alevlendirdi. Bu kitabı safları belirginleştirmek için yazdım. “Safım Hz. Sümeyye’den yanadır.” diyebilmek için.
Iraklı Nur’un mektubu bir makas gibi keserken aşk mektuplarını, siz aşk hakkında Abdur’un iç sesi gibi mi düşünüyorsunuz?
Evet, aynen öyle düşünüyorum. Nasıl düşünüyorum? Okumak lazım. :)
İŞİN ÖZETİ; VAR MISIN,
YOK MUSUN?
Ben bu romanı bir adisyon gibi okudum. Düşünülenleri, yapılanları, hayal edip de hayata uyarlananların bir reçetesi gibi... Kitapta Erdem Beyazıt’ın bir sözü geçiyor; “Savaş, sabır, zafer.. Adım Müslüman”. Onun adisyonunda savaş, sabır, zafer kavramları işaretli, peki sizin adisyonunuzda neler işaretli?
Bana son zamanlarda hep gözyaşı düşüyor. Tolstoy müzik dinlerken ağlarmış. “Bu müzik de benden ne ister ki” diye ağlayarak odadan çıkarmış. Roman yazma başarısı açısından ona benzeyemesem de:) bu minvalde kendimi ona çok benzetiyorum. İnternet kullanırken, haber okurken, film izlerken, sohbet ederken aynı düğüm gelip boğazıma oturuyor ve gayrı ihtiyari Tolstoy gibi soruyorum: Tüm bu acı dolu dünya benim gibi çelimsiz birinden ne ister ki? Oysa istenilen şey bellidir. Var mısın, yok musun? Kalbin var mı, yok mu?
Bu yüzden: “Savaş, sabır, zafer ve gözyaşı”. Bu yüzden “Hayat, iman ve cihattır, bir de gözyaşı”. Bu kitap duygu sömürüsüne gitmeden gözyaşına davettir. “Beraber oturup ağlaşalım, elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım” diyen şair gibi. Okuyucuyu gözyaşına davet ediyorum ama bu davetin utancını da yaşıyorum. Çünkü elimizde kala kala ağlamak kaldıysa bu utanılacak bir şeydir. Çünkü herkesin dilinde o meşhur hadis var: “Bir kötülük gördüğünüzde elinizle, olmuyorsa dilinizle düzeltiniz onu da yapamıyorsanız kalben buğz ediniz.” Herkes bu hadisin kalben buğz etmek kısmına sığınmakla meşgul. Bir kalbimiz var mı, yerinde mi, atıyor mu diyen yok. Kalbimiz katılaşmışken anlık gözyaşlarımız neye yarar?
“Her bir insanın kendi içinde sonsuz savaşı var” demişsiniz. Bu kitap, savaş notlarının derlemesiyle oluşturulmuş bir kitap mı?
Aslında yaşarken hepimiz hayata dair ufak çentikler atıyoruz, hayat da bize bir yerlerden dokunarak akıyor. Bu çentikler ve dokunuşlar birikiyor. Gezindiğimiz, bulunduğumuz, ait olduğumuz her ne varsa dönüp dolaşıp bir yerlerde yeniden karşımıza çıkıyor. En fazla da son nefesimizde. Ben, son nefesten önce bir iç muhasebe yapmak istedim.
Karakterlerin özellikleri çok iyi biçimlendirilmiş, çocukluklarından beri yaşadıkları bir çeşit travmaya dönüşmüş ve okur bunu çok iyi idrak edebiliyor. Bilgi birikiminiz romanı oldukça zenginleştiriyor. Bu romanı yazarken zorlandığınız yerler var mıydı? Ya da yazmaya çekindiğiniz şeyler?
Evet, çok zorlandım. Yazmaktan değil, yorumlamaktan, anlamaya çalışmaktan, adaleti tevdi etmeye mecbur olmaktan. Hatta olayın kahramanlarından birinin kurgu icabı ölmesi gerekiyordu. Kiralık katil gibi “kiralık yazar” aramayı bile düşündüm. :) Parası neyse vereyim öldürme sahnesini yazsın gitsin. Komik bir durum elbette…
Okuyucuyu gözyaşına davet ediyorum ama bu davetin utancını da yaşıyorum. Çünkü elimizde kala kala
ağlamak kaldıysa bu utanılacak bir şeydir.
EN BİLİNENLERİ YAZDIM
Romanınızda, canımızı sıkan ya da acıtan fakat unuttuğumuz kadınların hayatlarına, hikâyelerine yer vermişsiniz. O kadınları tekrar gün yüzüne çıkarmaya nasıl karar verdiniz? “Kitabımda unutulan bu kahramanlar da olmalı” fikri nasıl oluştu?
Aslında o kadınların her biri biz yaşarken bir yerlerde haber oldular. Konuşuldular ve unutuldular. Çok gizli araştırmalarla ulaşılmış değil hiç biri. Hatta en bilinenlerini yazdım diyebilirim. Ülkemizde 12 Eylül dönemiyle ekin gibi biçilen pek çok genç var. Bunlar yazıldı aktarıldı. Ama öldüren niye öldürdü, işkence yapan niye yaptı, İslami kesimden yara alanlar var mıydı, onların akıbeti ne oldu? Çok konuşulmadı.
Bir kahramanı ölümsüzleştirmek için öldürmek gerekli midir? Yani Marangoz Ahmet karakterini kitabı kapattığımızda işkenceci bir polis olarak değil de iyi kapli bir usta olarak hatırlıyoruz ve bu onu ölümsüz kılıyor. Sizce de öyle mi?
Bu mühlettir. Cenâb-ı Mevlâ tövbe kapısını ölene kadar açık tutuyor. Hayatımız mühlet. İçimiz dışımız mühlet. Zaman akıyor desek de zaman çıktığı pınara geri dönüyor aslında. İnsan doğuyor, bir dairesel hareket yapıyor ve ölüyor. Çıktığın gibi gel diyor Mevlâmız, öyle saf ve temiz. Kaynak suyu gibi. İnsan hata yapsa bile tövbe ile temizlenerek aynı saflığa ulaşmaya çalışıyor. Marangoz Ahmet, eski bir polis memuru. Hatasını günahını okuyucunun vicdanıyla eleyerek bir üst aşamaya geçmeye çalışıyor hepsi bu.
Ayşegül Genç, soy isminden ötürü yaşlanmayacak bir isim, peki ruhunuz, o genç kalmayı nasıl beceriyor? Genç Dergisi’nde altı yılı aşkın bir süredir üslubunuzu yaşlandırmadan yazmayı nasıl beceriyorsunuz?
Taşkınlıklarımı yazıya aktardığım için normal yaşantımda dengeli ve sakin birine dönüşüyorum. Yazım genç kalsa bile birey olarak dökülüyorum aslında. :)
Geleceğe dair planlarınız neler? Bu minvalde eserler mi vereceksiniz, yoksa başka alanlara da göz kırpacak mısınız?
Yazmaya her halükârda devam ederim gibi geliyor ama bu kitap bir turnusol kâğıdı olacak benim için. Zaman ne gösterir, Rabbim hangi kapıları açar ya da kapatır bilemiyorum.
Ben de bir kitap yazsam buna benzer bir kitap yazmayı isterim. Dertli bir kitap. Böyle bir kitap yazdığınız için teşekkür ederim ve bu röportaja zaman ayırdığınız için...
Ben teşekkür ederim.