Kendi kültürümüzden, prensiplerimizden hiçbir şey kaybetmeden şehrin ortasında yaşıyoruz. Yaşamaya da devam ediyoruz. Önemli olan buralarda bir kültür mekânı, kültür değerleri, zenginlikleri üretebilmek…
1976 Adana doğumlu Işık Yanar, ilk ve orta öğretimini İskenderun’da, lisans eğitimini ise Konya’da tamamlamıştır. Taşra Şairi ile üçüncü romanını yayınlayan yazar halen TRT’de danışman olarak çalışmakta ve roman yazmaya devam etmektedir.
Türk Romancılığı hakkında neler söylemek istersiniz?
Rus romancıları nedir diye sorduğunuz zaman elinize birkaç veri gelir. Bu verilerden en belirgin olanı, Rusya’nın batılılaşma macerasıyla ilgilidir. Bu macerayı çoğunlukla yazarlar, romanlarında eleştirmişlerdir. İçinde bulundukları tarihsel sürecin dışında başka bir sürece dâhil olmaya çalışmışlardır. Belki bunun sonucunda Ekim Devrimi olmuştur. Bu anlamda “Batılılaşma macerası” oldukça önemlidir. Onlar, her zaman muhafazakârlığı önceleyen bazı tavırlar geliştirmişlerdir. Mesela Gogol, hayatının son döneminde derviş gibi kendi köşesine çekilmiştir. Yazıyı bir kenara bırakmıştır, hatta Ölü Canlar’ın ikinci cildini yaktığı söylenir. Bu muhafazakâr geri dönüşler önemlidir.
Buradan Türk Romanına gelirsek, Avrupa medeniyetinin çeperinde yer alan milletlerden birisi olarak, bizim de romanımızı belirleyen en önemli unsurlardan birisi batılılaşmadır. Kiralık Konak’tan Sodom ve Gomore’ye, Huzur’a, Saatleri Ayarlama Ensititüsü’nden Peyami Safa’nın Canan’ına ya da Fatih Harbiye’sine, Bir Akşamdı’ya bu minvalde gelenler Türk romanının ne olduğuna dair bazı veriler sağlayabilir. Bu, devam ediyor. Mesela Orhan Pamuk’un Sessiz Ev’i önemlidir. Cevdet Bey ve Oğulları’nda üç kuşağın bütünlüğünü yakalamaya çalışmıştır. Tabi arada bir köy romancılığı vardır. Bunların arasında kayda değer bazı romanlar var ama elimizde olan, okuduklarımızdan o kadar yazılmasına rağmen çok güçlü bir edebiyatın oradan çıkıp bizi etkilediğini söyleyemiyoruz. Bu anlamda aslında Türk romanının biraz daha kentli olduğundan bahsedebiliriz. Bir ikincisi; modernleşme macerasını siyasi anlamda ele alan romancılar da olmuştur. Kemal Tahir bunların en önemlilerinden biridir. Neredeyse dökümünü yapmıştır. Osmanlı’nın yıkılışından Cumhuriyetin kuruluşuna çok önemli metinlerdir. Bence tamamının okunması gerekir.
Roman Batı’nın ürünü diyebilir miyiz?
Ama bakın, şöyle bir ironi var; Romanlar Batı’yı eleştiriyor.
Peki, batıya mesafeli duran hatta belki en çok eleştiren kesim olan muhafazakâr camiadan neden romancı çıkmıyor?
Muhafazakâr ya da İslamcı diyebileceğimiz kesimin kentle tanışması, şehirle tanışması, büyük şehirlerde yer alması batıda olduğu gibi dört beş asrı bulan önemli dönüşümlerin yaşandığı bir tarihi içermiyor. Bence buradaki en önemli unsurlardan bir tanesi de bu kültürle bizim nasıl harmanlanabildiğimiz, nasıl dönüştürdüğümüz ve onun bizi dönüştürmesi ile alakalı. Bu çok önemli bir mevzudur. Bunun sancıları hâlâ yaşanmaktadır.
İkinci olarak; Cumhuriyetle birlikte Kemal Tahir’in “yol ayrımı” dediği büyük bir yarılma gerçekleşti. Cumhuriyetle birlikte cumhuriyeti kuran kadrolar cumhuriyetten uzaklaştırıldı. Mehmet Akifler, Kazım Karabekirler, Eşref Edipler... Böylece büyük bir boşluk doğdu. Bunu; fikirsel olarak doldurulması gereken bir boşluk olarak gördüler, öncelikle. Yani edebiyat, sanat tamam ama öncelikle fikirsel olarak doldurulması gereken bir boşluk olarak telakki ettiler.
Üçüncü olarak; roman bir itiraf geleneğiyle ilişkilendirilir. Bu itiraf geleneğinin İslam’da olmadığı söylenir. Dolayısıyla böyle bir geleneğe sahip çıkılamayacağından bahsedilir. Bunun, evet hepimiz modern insanlarız, modernist olmasak da, yaşadığımız dünya içerisinde yeniden tartışılması gereken bir şey olarak görüyorum. Bizim, içinde yaşadığımız kente dair, şehre dair yaklaşımlarda bulunmak için romana ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Kendimizi anlatmaya ihtiyacımız olduğunu, kendi sorunlarımızı gizlemek yerine bu sorunları okurlarla, insanlarla paylaşmak ve buralardan yeni çözümler, yeni cevaplar üretmek zorunda olduğumuzu, artık bunun kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Bu konuda tabi söylenebilecek çok fazla şey var. Doksanlarda beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar gibi bir anlayış vardı. Bizim kuşağımız, sizin kuşağınız da, böyle bir anlayış içerisinde değil.
Sonuç olarak; kendi kültürümüzden, prensiplerimizden hiçbir şey kaybetmeden şehrin ortasında yaşıyoruz. Yaşamaya da devam ediyoruz. Önemli olan buralarda bir kültür mekânı, kültür değerleri, zenginlikleri üretebilmek… Bu korkuyu ben anlıyorum fakat bunlarla savaşmak yerine köye geri dönmenin bir çözüm üretebileceğini düşünmüyorum. Bir ikincisi, benim naçizane romancılığımla ilgili bir şey söylemek gerekirse, bizim hikâyelerimizin romana ihtiyacı var. Evet, öyküler yazıyoruz, çok iyi şairlerimiz var, çok iyi öykücüler var, roman olarak da aslında bu çok iyi şekilde gelen bir kuşaktı. Yani böyle bir damarımız vardı işte Tanpınar, Peyami Safa, Kemal Tahirler ile beraber gelen ciddi bir kuşak vardı ama sekteye uğradı. Özellikle seksenden sonra modernleşmenin artmasıyla beraber daha fazla bir kapanma yaşandı. Radikalleşme çok daha üst boyutlara çıktı. Yalnızca fikirsel değil, yaşam şekli olarak, bu direnişlerin hepsi saygı duyulacak şeylerdir, hepsine saygı duymak lazım. Ama yaşadığımız dünya içerisinde de bizim kültürümüzü üretmemiz gerekiyor.