Hayale pranga vurmaya kalktığınız zaman orada hayal kurulamaz. Muhafazakâr kesimin de bunu halletmesi lazım, eskilerden beri bu sıkıntı var. Muhafazakâr kesimin buna ihtiyaç hissetmesi lazım. Çünkü bizim dinimiz güzellik dini. Ve sanat toplumları terbiye etmez, sanat toplumlara ayna tutar. Muhafazakâr kesim aynaya bakmıyor. Onun için de nasıl göründüğünün farkında değil. Muhafazakâr kesimin de biraz aynaya bakması, aynayı kendisi üretmesi ve karşısına geçip kendisine çekidüzen vermesi lazım.
Herkesin aklında bir Ahmet Yenilmez imajı var, siz kendinizi nasıl tanımlarsınız?
Belki “amma da cevap” diyeceksin ama kul diyorum sadece, kul Ahmet. İmtihan koridoru içerisinde, imtihanını vermeye çalışan; kâh başarılı olan kâh başarısız olan, kâh dersi asan kâh kaytaran ama okulu iyi bitirme bilincine sahip, bu noktada da gayret sarf etmeye çalışan birisi olarak gördüm kendimi. Ahmet Yenilmez’i böyle tanımlamaya çalışırım.
Hiç pişman oldunuz mu oyunculuğu seçtiğiniz için?
Asla. Haddi aşmaksa, Allah affetsin. Pişman olduğum hiçbir şeyi yapmadım. Yani, mahcubiyet duyduğum şeyler olmuştur. Tövbeye ihtiyaç duyduğum şey çok olmuştur, ama asla pişman olmadım. Pişmanlık, neticesinin kötü olduğunu bilerek yaptığın şeylerdir. Ben bilerek kimseye zarar vermedim, kimseyle kötü olmadım. İnandım, inandığımı yapmaya çalıştım. O yüzden mahcubiyetlerim ve tövbe gerektiren hatalarım ve kusurlarım olmuştur ama kula karşı pişmanlık hissetmedim. Bir kul olarak kula karşı pişmanlık hissetmedim.
Şu an Safahat isimli bir oyun sergiliyorsunuz. Oyunun muhtevası hakkında bilgi verebilir misiniz?
Safahat oyunu malumu âliniz. Oyunun tam ismi “Mehmet Akif Ersoy Dönüyor, Ya Siz Neredesiniz?” Burada bir ironi var. Bugüne dönüyor. Bu başka bir dönüş. Metin olarak da farklı bir metin. Elbette ki Mehmet Akif Ersoy da başlı başına bir söyleşi konusu. Bana göre rol modeldir. Anadolu insanının ve daha da büyütürsek İslam âleminin, daha da büyütürsek ilahi dinlere sahip her bir kesimin rol model olarak seçebileceği insanlardan biridir. Mesela Goethede böyle bir insandır. Akif çok enteresan bir insan. Zaten rol modelleri tek bir kimliğiyle anlatamazsınız. Şair mi? Kendisi diyor; “ağlarım ağlatamam” diyor. Sanatı da öyle görüyor. Sanat toplum için mi yoksa sanat için mi diye sorulduğunda bilmem ben diyor. Benim milletim aç ve çıplak, bunun ifade edilmesi lazım diyor. Kurtuluş Savaşı keza onun Anadolu’ya adım atmasıyla başlıyor. Kastamonu’da Nasrullah Camii, Balıkesir’de Zağanos Paşa Camii, Konya’da aşiretlerin barıştırılması, Birinci Meclis vekiliği, iyi sporcu, baytar… Birçok alanda farklı bir insan. Farklı bir insanı gündeme taşıma adına rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu Bey’in de bir vasiyetiydi bu. Şunu söyleyeyim vefayı ön plana olan bir toplum olduğumuz halde bu tip insanlara karşı biraz hafızamızı yıpratmışız. Bir diğer açıdan da, insanımız hiç tanımadığı halde bir insanı ne kadar çok seviyormuş onu da gördük. Bu oyun ülkemiz tarihinde 81 vilayeti dolaşan ilk oyun. Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir oyun 81 vilayeti dolaşıyor. Yurt dışında gösterileri oluyor. Akif’in kendi memleketi Kosova’da 2-3 kez sahnelendi. Makedonya’da keza Almanya’da, Belçika’da, Hollanda’da, İsviçre’de yani birçok yerde sahnelendi oyun. Peki gündeme getirebildik mi Akif’i? Getirdik. Akif’in hiç olmazsa öldüğü yerin müze yapılma kararını aldırdık. İstiklal caddesinde Mısır Apartmanı’ndaki dairesini yani. Orada da bir kanuni süreç işliyor. Niyetimiz buydu, gündeme getirmekti. Son edindiğim rakamlara göre 20 milyonun üzerinde safahat dağıtıldı sivil toplum kuruluşları eliyle. Bir şekilde insanların gündemine Akif’i getirdik. Bu noktada mutluyum.
Oyunla ilgili olarak aldığınız geri dönüşler nasıldı?
Birkaç örnek söyleyeyim. Terör örgütünün kuruluş yıldönümü diye addedilen tarihte, Ahmet Türk meydanda saat 14.00’te mitinge başladı, ben saat 14.00’te Atatürk Kültür Merkezi’nde, Hakkâri’de oyunu oynadım. 500 kişilik salon dolu, 300 kişi de dışarıda. En ufak bir olumsuzlukla karşılaşmadım. Şırnak’ta oynadım. Hatta Şırnak’ta oyun bitiminde, biri sahnedeki selamlama sırasında geldi boynuma sarıldı. “Yahu benim oğlan seni çok seviyordu” dedi. Oğluna ne olduğunu sordum. “Dağda” dedi. Aldım, kulise götürdüm. Çay falan söyledim. Dedim “Görüşüyor musun?”, “Arada arıyor.” dedi. Telefon numaramı verdim ve beni de aramasını söyledim. Sonra adama “Nasıl beğendin mi oyunu?” dedim. “Yahu öyle mübarek bir adamın oğluna, bunlar nasıl yapılmış Ahmet Bey” dedi. Akif’in oğlu Emin, tophanede bir çöp bidonunun önünde ölü olarak bulunuyor. Bence oyunun bıraktığı etkiyi en güzel ifade edecek olan bu.
Bu ay dergimizde kapak olarak gerçek yeteneği sorgulamak istedik. Sizce günümüzde insanlar yetenek çıtasını nereye koydular?
Dünyada, daha çocuğun doğduğu andan itibaren eğitimli bir aile ve planlı bir eğitim öğretim süreci içerisinde, yaratılıştaki yeteneklerini ortaya çıkarma adına ciddi bir uğraş var. Bu bizim eski tedrisatımızda da vardı. Ama gelişme sürecini tamamlayamamış toplumlarda, yetenek ortaya çıkarma veya geliştirme noktasında, siz tayin edici olmaktan ziyade teslim olma noktasında kendinizi görüyorsunuz. Ülkemizde bu süreç yaşanıyor. Bunun çeşitli etkenleri var. Devlet teşkilatımızın teşkilinden tutun devletin resmi politikasından, eğitim seviyesinden, sivil toplum anlayışının gelişmesine kadar birçok sebepleri var. Böyle olunca çıta daha ziyade müşkülatta ortaya çıkıyor. İnsanlar müşkülat içerisine düştükleri zaman yeteneklerini keşfediyorlar ve çok hızlı yaşanılan, hızlı tüketilen ve hızlı tüketilen bir zamanda ancak bu hızın içerisinde ayağı tökezlediği zaman yeteneği aklına geliyor. Gelişme sürecini tamamlamış ülkelerde ise yeteneği keşfediciler var. Orada düşüp kalkma biraz daha az oluyor ve haliyle daha planlı bir yetenek geliştirme noktasına geliniyor. O devletler de insanlarını çok daha verimli bir şekilde kullanabiliyor. Maalesef ülkemizde bu süreç biraz gecikti ama iyiye mi gider kötüye mi gider diye soracak olursanız, nötrüm.
Muhafazakâr kesimin çocukları kolejler bitiriyor, üniversiteler bitiriyor ama hayatın içerisine girdiği zaman Türkçesini güzel kullanamıyor, medeni cesareti düşük oluyor, dünyayla entegrasyonunda zorluk çekiyor.
Sanat camiasında muhafazakâr kesime karşı bir önyargı olduğu malum. Aynı şekilde muhafazakâr kesimde de sanata karşı bir soğukluk söz konusu. Sizce bu sorunun nedenleri nelerdir ve nasıl çözülebilir?
Cumhuriyet Türkiye’si kurulduktan sonra, 100-150 yıl öncesiyle ilgili bazı noktalarda reddi mirasa gidilmiştir. Ekonomik geçmişle ilgili bir reddi mirasa gitmemize izin verilmedi, takır takır borçlar ödettirildi bize. Coğrafi olarak reddi mirasa gidilemedi, elin adamı geldi sınırları çizdi. Fakat ülkemizdeki sanat yapılanması bu reddi mirasın üzerine bina edildi. 77’lere kadar Türkiye’de Türk Halk Müziği yasaktı, bölümü yoktu. Hâlâ hiçbir konservatuarda Geleneksel Türk Tiyatrosu bölümü yok. Resmimiz yok. Zaten çağdaş sanat, resim, müzik ve sözün üzerine bina ediliyor.
Meselenin şu yanı da var: Muhafazakârlık kavramı Türkiye’de oluşamadı. Muhafazakârlık, ciddi bir entelektüel birikim ister. Geçmişinize vâkıf olmayı gerektirir. Tutuculukla muhafazakârlık karıştırılmamalıdır. Muhafazakâr kişi geçmişindeki kültürü, sanatı, edebiyatı, mimariyi, ekonomiyi bilen insandır. Günü bilen insandır. Nereden geldiğini bilen insandır. Toplumun algıladığı, tutuculukla muhafazakârlık karışımı olan ve adına muhafazakâr denilen kesim ise daha ziyade taşralı kesimdi. Hayatını kolay idame ettiren, zaruri ihtiyaçlarını da zor ikame eden bir kesimdi. Bu kesimin zaten böyle bir birikimi de yoktu ama o sanatını yaşatıyordu. Nerede yaşatıyordu? Hayatın her alanında.. Doğumunda yaşatıyordu, ölümünde.. Düşünsenize ilk zifaf gecesinden tutun kına gecesi, düğünü, cenazesi her şeyi bir tiyatral sunumdur. Ekin kaldırmak bile bir tiyatral sunumdur. O, orada onu yaşatıyordu ama bu taraf da 150 yıllık geçmişten beri reddi miras tercihinde kalan devlet resmi politikası ise başka bir şeyler yapıyordu ve iki kesim arasında uçurumlar meydana geldi. Daha sonra bilgi ve para, iletişim ve teknolojiyle buluşunca bu oyun bozuldu. Artık taşralı insanlar şehirlere göçmeye başladı. Gettolar oluştu. Sonra gettolardaki insanlar para kazanmaya başladı. Sonra bu insanların çocukları IPhone kullanmaya, lüks arabalara binmeye başladı. Kolejler açılmaya başladı ve bu kesim sanatı fark etti. Nasıl fark etti? Siz, muhafazakâr diye adlandırılan gençler de güzel kızlara aşık olmak istediniz. Yahut bizim güzel kızlarımız da ünlü bir adamla evlenmek istedi.
Bu topraklar ilk kardeş kanının döküldüğü, paranın icat edildiği, ilk kültürün, tarımın başladığı, ilk büyük tiyatro salonlarının kurulduğu topraklar denilerek bir politika ortaya konulsaydı, bu süreç daha kolay atlatılırdı. Şu anda bir kesim, ticareti %70 oranında etkileyen ve yönlendiren bir kesimin sanatı fark etmesini hazmedemiyor. Diyor ki “Sen buraya dokunma, burada ben mutluyum.” Öbürü de diyor ki “Ben, İBB başkanını tayin ediyorsam, verginin çoğunu ben veriyorsam, askere çocuğumu ben gönderiyorsam, tiyatrodaki repertuarda benim de oyunum olsun.” Öbür kesim de şunu düşünmüyor “Bunlar da bir müşteridir, bunları da bir dinleyeyim.” Sıkıntı da bundan kaynaklanıyor.
Muhafazakâr kesimin şehirleşmesi, genç neslin de dünyaya bakışını değiştirmesiyle aşılacak. Birileri gelip sizin şu tiyatronuzu sahneleyeceğiz demez, muhafazakar kesimin içerisinden çıkacak. Muhafazakâr kesimin çocukları kolejler bitiriyor, üniversiteler bitiriyor ama hayatın içerisine girdiği zaman Türkçesini güzel kullanamıyor, medeni cesareti düşük oluyor, dünyayla entegrasyonunda zorluk çekiyor.
Son cümle olarak da şunu söyleyeyim: Sanat hayal kurmaktır. Hayale pranga vurmaya kalktığınız zaman orada hayal kurulamaz. Muhafazakâr kesimin de bunu halletmesi lazım, eskilerden beri bu sıkıntı var. Muhafazakâr kesimin buna ihtiyaç hissetmesi lazım. Çünkü bizim dinimiz güzellik dini. Ve sanat toplumları terbiye etmez, sanat toplumlara ayna tutar. Muhafazakâr kesim aynaya bakmıyor. Onun için de nasıl göründüğünün farkında değil. Muhafazakâr kesimin de biraz aynaya bakması, aynayı kendisi üretmesi ve karşısına geçip kendisine çeki düzen vermesi lazım.