
Müslüman için seyahat cihad veya i’lay-ı kelimetullah’tır. Müslüman için seyahat umre ve hacdır. Müslüman için seyahat ticaret ve ziyarettir. Müslüman için seyahat bilgi peşinde koşmaktır.
Biz Müslümanların dünya görüşünde seyahat nereye düşer? Müslümanlarla sözgelimi Batılıların seyahat anlayışı arasında bir farklılık var mıdır?
Peygamberimiz (s.a) “yolculuk bir tür eziyettir” buyurmuş. Bu da her ne sebeple olursa olsun, seyahatin belli zorluk ve sıkıntıları beraberinde getirdiğini gösterir. Seyahate çıkmak bir anlamda çile ve meşakkatleri göze almak demektir.
İslam’ın öngördüğü veya meşru gördüğü seyahatin sınırları çizildiğinde, böyle bir nitelemenin derinliği herhalde daha iyi kavranacaktır.
Müslüman için seyahat öncelikle hicrettir. Hicret, insanın doğup büyüdüğü, memleketim dediği topraklardan, sırf inançları uğruna çıkıp gitmesidir. Müslümanlar bu ilk acı tecrübeyi Habeşistan’a hicret ederek yaşamışlardır. Daha sonra Mekke’den Medine’ye yapılan büyük hicret, Müslümanlar için büyük tecrübelerin ve ibretlerin aynası olacaktır. İlk Müslümanlara farz olan bu hicret, Müslümanların inanç dünyasında o kadar etkili olacaktır ki, takvimin bir anlamda İslam ümmetinin doğuşunun başlangıcı olarak görülecektir.
Müslüman için seyahat cihad veya i’lay-ı kelimetullah’tır. Allah’ın dininin yüce olması için çıkılan, ucu şehadet veya gazilik rütbesine, oradan cennete çıkan bir yolculuktur. Hicretin tamamlayıcı parçasıdır aynı zamanda. Bir anlamda hicretle çıkılan yolculuğun dönüşüdür. Müslümanları Arap Yarımadasından çıkarıp kısa sürede üç kıtada büyük fetihlere yönelten işte bu gayedir.
Müslüman için seyahat umre ve hacdır. Kâbe, Allah Teâlâ’nın bereketler indirdiği, insanlar için hidayet ve rahmet vesilesi olan ilk mabettir. Yoluna gücü yetenlere farz kılınan bu ibadetle, her Müslümanın ömründe en az bir kez ülkesinden çıkması öngörülmüştür. Böylelikle Müslüman hem Rabbine doğru bir sefere çıkacak, gönül âlemini arındıracak, hem de diğer Müslümanlarla yoldaş ve tanış olacaktır.
Müslüman için seyahat ticaret ve ziyarettir. Hz. Peygamber’in kendi bir tüccardır. Peygamberlik öncesi yaptığı kara ve deniz yolculukları, onda engin bir ufuk açmıştır. Müslüman tüccarlar da gittikleri bölgelerde sadece kâr amacı gütmemişler, inanç, ibadet ve ticari işlemlerindeki dürüstlük ve titizlikle, bu bölgelerde fiilen İslam’ı temsil etmişlerdir.Bunun neticesinde Endonezya, Malezya, Singapur gibi Uzakdoğu ülkelerinin tüccarlar eliyle Müslüman olması şaşırtıcı değildir.
Ziyaret Hz. Peygamber’in teşvik ettiği bir başka seyahat çeşididir. Ziyaret edilecek kişi ister sağ olsun, ister ahrete irtihal etmiş biri olsun fark etmez. Ziyaret sahibine salih amel olarak yazılan bir faaliyettir. Nitekim Allah Rasûlü’nün her hafta Kuba mescidini ve Uhud şehitliğini ziyaret ettiğini, hatta bu ziyaretlerinden sonra kabir ziyaretine izin verdiğini biliyoruz.
Müslüman için seyahat bilgi peşinde koşmaktır. Orijinal adıyla er-rıhle fî talebi’l-ilm’dir. Asırlarca sürecek bu teşebbüsün ilk tohumları yine Hz. Peygamber günlerinde atılır. Medine dışındaki Müslüman kabileler çeşitli temsilciler göndererek, Hz. Peygamber’den İslam’ın temel prensiplerini öğrenirler. Bu bir geleneğe dönüşür ve âlimler Hz. Peygamber’in hadislerini toplamak için en az dört asır sürecek yolculukları başlatırlar. Yolculukların bütün sıkıntılarına rağmen, o beldeden bu beldeye mekik dokurlar. Böylelikle büyük hadis külliyatları oluşur.
Bu teşebbüsün ikinci ayağını, Kur’an’ın en mükemmel üslubuyla indiği Arap lisanının kelime ve dil inceliklerini öğrenmek için yapılan yolculuklar oluşturur. Âlimler Arap zihinsel evreninin kurucusu olan Bedevîlerce mükemmel derecede bilinen bu dilin sınırlarını tespit için yıllar yılı çöllerde dolaşırlar. Bunun sonucu olarak, Kur’an’ın mucizevî üslup ve dil özelliklerini ortaya çıkaracak devasa sözlük, gramer ve tefsir kitapları ortaya çıkar.
Hadis ve dil eksenli başlayan bu yolculuklar, fıkıh, kelam gibi ilimlerin gelişmesiyle tüm İslam ülkelerinde yaygınlaşır. İslam bilgi geleneğinin kurucuları, İslam coğrafyası sınırları içinde, ilmi elde etmek için sonu gelmez yolculuklar gerçekleştirirler. Bu yolculuklar sayesinde, Mekke ve Medine etrafında halelenen Basra, Şam, Kufe, Bağdat, Buhara, Semerkant, Mısır, İstanbul gibi büyük ilim ve kültür merkezlerinde canlı bir ilmî hayat asırlarca varlığını sürdürür. Sözgelimi İmam Gazzalî, memleketi Tus’tan ilim öğrenmek için çıkar, Nişabur, Bağdat, Şam, Kudüs, Mekke gibi şehirlere yaptığı yolculuklarında muhalled eserlerini kaleme alır. Onun bu yolculukları bitmeyen bilgi ve hakikat arayışından başka nasıl izah edilebilir ki?
İlmin yanında, irfanın elde edilmesi için çıkılan yolculuklar da göz ardı edilmemelidir. İslam’ın manevî boyutunu temsil eden sufîler, gerek insanları irşad etmek, gerekse kâmil bir mürşid bulmak amacıyla İslam coğrafyasını karşı karış dolaşmışlardır. Büyük sufî İbn Arabî’nin, İspanya’nın Mürsie şehrinde başlayıp, İşbiliyye, Kurtuba, Mağrip, Fas, Kahire, Kudüs, Medine-Mekke, Bağdat, Şam, Konya, Malatya şehirlerine uzanan ve nihayet Şam’da biten o uzun seyahatleri bunun en güzel misalidir. İbn Arabî düşüncesinin yakın bir zamanda kurulacak Osmanlı medeniyetinde derin akisler bulması, onun bu seyahatlerinin sırrını daha iyi açığa çıkarmaktadır.
Neticede Müslüman için seyahat, ilim, hikmet ve hakikat ülkesine yelken açmaktır.
Bu genel çerçeveyi çizdikten sonra, Müslümanlarla, Batılıların seyahat anlayışları hakkında daha rahat konuşabiliriz. Aslında Hıristiyanların da Mesih’in öğretilerini, bütün dünya milletlerine ulaştırmak gibi bir misyonları vardır. Vakıa kilise bunun için çeşitli faaliyetlere girişmiştir. Ancak gerek haçlı seferleri, gerekse deniz aşırı ülkelere yapılan seyahatler, zamanla amacından sapmıştır. Haçlı seferleri doğunun zenginliklerini batıya taşımak amacına dönüşürken, misyonerlik amaçlı yapılan deniz aşırı yolculuklar, dünyanın diğer bölgelerini sömürme amacına dönüşmüştür.
Batıda gelişen seyahat anlayışı, diğer milletleri Müslümanlar gibi bir “ümmet-i da’ve” olarak görmekten çok, bir “öteki” olarak görme eğilimini doğurdu. Dolayısıyla, seyahat ötekine doğru bir hareket, ötekiyle bir yüzleşme aracı olarak kullanıldı. Antropolojik çalışmalarla öteki keşfedilmeye çalışıldı. Batılı için seyahat bir yandan da dünyanın mevcut sınırlarını genişletmek ve sürekli yeni yerler keşfetmek amacına hizmet etti. Bu keşiflerin en büyük amacı, diğer insanları egemenliği altına almak, yönetmek ve sömürmekti. Bu da soykırım, köleleştirme veya halkların zulme uğraması demekti.
Batılı için seyahat, bir zaman yolculuğudur. Ataları bildikleri Yunan ve Romalılara ulaşmak, onların varlığıyla kendi varlıklarını bütünleştirmek amacıyla yapılan bir yolculuk... Bu sebeple Yunan, Roma veya diğer milletlere ait kalıntıları gezmek onlar için fevkalade bir anlam ifade ediyordu. Bu aynı zamanda, kendi ulaştıkları medeniyet seviyesiyle ötekini karşılaştırmak ve kendi üstünlüklerini kabullendirmek için iyi bir fırsattı.
Batılı için seyahat, dünyadan kâm almak için çıkılan bir tatildir de. Son bir anekdot: Geçen yıl ilim için gittiğim Ürdün’de, putperest Roma kalıntılarını gezerken içime bir kasvet çöktü. Kendi kendime bunun meşruiyetini ve bizim dünyamızda seyahat sınırlarının neresine düştüğünü sordum. Doğrusu buna bir cevap bulamadım. Hatta Semud kavmine ait harabelerin yanından geçerken, sahabeyi hızla uzaklaştırıp oraya uğramayan Peygamberimizin tavrı geldi aklıma.
Aslında insanların dillerinden düşürmediği Petra’yı görmemek için hiçbir engelim yoktu. Ancak oraya gitmedim. Zira insanlar Petra’yı dillerinden düşürmezlerken, Peygamberimizin üç güzide sahabisinin şehit düştüğü Mute’yi ziyareti gündeme bile getirmiyorlardı. İşte bu sebeple ben, Cafer-i Tayyar’ın kabri başında; onun yetim kalan çocuğunu kucağına alıp teselli eden Peygamberimin gözyaşlarını düşünerek sessizce ağlamayı, Petra’da hayran hayran gezmeye tercih ettim.1
1- Kaynak: Houarı Touatı Ortaçağ’da İslam ve Seyahat, YKY, İstanbul, 2004.