Fotoğraf; artık içinden geçmişe yürüdüğümüz, resmin tamamına ulaştığımız bir köprü olma işini yitirmek üzeredir. Mutluluk ise ele güne karşı verilmiş bir poza indirgenmiştir.
Oldum olası fotoğraf çektirmekten nefret ederim. Ama eski fotoğraflara bakmaya bayılırım. Tüketim çılgınları ve ‘yeni mal’ tutkunları fotoğraf denilince ne düşünüyorlar acaba. Çünkü asla ‘yeni’ olmayan tek şeydir fotoğraf. En son çektirdiğiniz fotoğrafınız bile ‘eski’ fotoğrafınızdır. Az öncekidir, biraz evvelkidir. Ama asla ‘yeni’ değildir. Yarının fotoğrafını çekebilseydik belki ancak ona yeni diyebilirdik. Değil midir ki günler ve anlar insanın eteğine dökülmüş birer sarı yapraktır öyleyse her kareye yansımış fotoğrafımız da kâğıda dökülmüş ‘eski’ yüzümüzdür. Ve ne acıdır ki yüzümüz kâğıttan önce silinir gider kâinat aynasından. N. Fazıl’ın Bir Adam Yaratmak eserinde Hüsrev şöyle diyordu: “Bir sigara kağıdını şu masaya koy, üstüne taş bırak, kapıları kapa ve git! Üç yüz sene sonra gel, yerinde bulursun. Belki sararmış, belki buruşmuş, fakat yine o. Bir sigara kağıdı kadar yaşamıyoruz. Kefenimizden evvel çürüyoruz…” Demek ki biz eski fotoğrafımızdan bile eskiyiz aslında. Suretimiz bir kâğıtla yıllar sonrasına aktarılır, ama aslımız toprağın içinde halden hale girer. Galu bela zamanında objektife düşmüş her yüzü ‘zaman’ bir fotoğrafçı hassasiyeti ile elest senedine yeniden kaydeder.
Eski fotoğraflardaki detayları bir dedektif dikkatiyle incelemek, sehpadaki çiçekten, camı sarmalayan perdeye kadar o devirin nesnelerine bakarak bütüne dair kafa yormak yeniden dirilmeye bir öykünmedir sadece. Çocukluğa veya gençliğe özlemdir. Geçmişe tutunma çabasıdır. Siyah beyaz renklerin içinden geçerek zamanın o ele avuca sığmayan küllerinden yeniden bir ateş yakmaya çalışmaktır. “Geçmiş zaman olur ki hayali cihana bedel” diyenler ile aynı hüzne boyanarak ah etmektir.
Albümlerde ayakkabı kutularında sakladığımız fotoğraflar ya da bir sahafta ayakucumuza düşüveren sararmış suretler hatta bilmem kaç megapiksel ile netliğine netlik katılmış dijital kesitler her zaman sivri bir bıçak olup ruhlarımızı yoklamaya devam edecektir. Daha çok mutlu anların kaydedildiği bu “an” parçaları zamanla kılık değiştirip bir hüzün tetikleyicisi olacaktır.
Madem fotoğraf ileride üzerine ah edeceğimiz mutlu anları kaydetme işidir, öyleyse neden hayatımızı bir hüzne taşımak için bütün mesaimizi harcayalım ki. Elbette ki sözümüz ölçüyü, dozajı, topuzu kaçıranlaradır. Bütün zamanını sanal âleme veri taşımak uğruna heba edenleredir. Yüzünün milimetrik hatlarından, özel hayatının en mahrem detaylarına kadar her ne varsa fotoğraflayan insanlar zamanda bir yerleri ıskaladıklarını acaba hiç düşünmüyorlar mıdır? Bu insanlar için misal düğün fotoğrafı çektirmek dünyanın en meşakkatli işidir. Çünkü fotoğrafçı, çifti her damara göre şerbetlemelidir. Çünkü o fotoğraflar çiftin sufi arkadaşlarına “dervişler gibi”, sosyalist arkadaşlarına “özgür”, komşu teyzeler için “elden kaçırılmış gelin adayı”, ele güne karşı “masum, munis, pir u pak eş” şeklinde sunulmalıdır. Fotoğrafa her bakan imrenmeyle karışık onay vermeli, kıskançlıkla karışık gıpta etmeli, hasetle karışık özlem duymalıdır. Çiftler buna bir kez alıştı mı ‘beğen’lerin ‘like’ların büyüsüne bir kapıldı mı artık ok yaydan çıkmış demektir. Doğacak çocuklarının ultrason fotoğraflarından, damadın nasıl uyuduğuna kadar her ne varsa bir materyaldir artık. Bu çiftlerin hayatları “nesne” olmaya başlamıştır. “Bugünkü mutlu çift pozumuzu verdik mi hayatım?”. Cevap “evet” ise gerisi önemli değildir artık. Ego tatmininin dijital algılayıcılar ile insanların üzerine kusulmasının kaç inc ekrandan daha etkileyici görüneceğine evirilmiştir her şey.
Fotoğraf; artık içinden geçmişe yürüdüğümüz, resmin tamamına ulaştığımız bir köprü olma işini yitirmek üzeredir. Mutluluk ise ele güne karşı verilmiş bir poza indirgenmiştir. Merhum Zarifoğlu’na eşi bir kartpostalda baş başa duran bir çifti göstererek ‘ne kadar mutlular, değil mi?’ mealinde bir şeyler söyler. O da şöyle bir mektupla cevap verir.
“Beraet’e,
Bana soruyorsun, şu resimdekiler kim, diye. Emin ol kim olduklarını çıkaramadım. Görünüşe bakılırsa mutlular. Fakat insanlara tavsiyem şudur ki, nasıl “zenginin parası, parasızın çenesini yorarsa” başkalarının mutlu görünümü, insanı kendi mutlu olma imkânı, kabiliyetini görmekten, onu değerlendirmekten alıkoymamalı. Filmler, resimler birer hayaldir. Başka insanların dış görünümleri de bizi aldatmasın. İnsan kendi mutlu olma imkânını görebilmeli. Mutluluksa filmlerin, romanların içinde değil, yaşadığımız basit hayatın içindedir. Ve önemli olan yaşanılan “an”dır. Onu ibadet, sabır, anlayış, tevazu ve merhamet ile anlamlı hale getirmek mutluluğun ta kendisidir. Yoksa deniz kenarında fotoğrafçılar tarafından düzenlenmiş bir mutluluk tablosu sahtedir ve bazı saf kimselerin duygularını istismar etmekten başka hiç bir şey ifade etmez.”
Ne diyelim, Rabbim aslımızı, suretimizi, resmimizi iki cihanda da güzel eylesin. Her anımızı kaydeden ilahi kaydediciler, kompakt bir disk olup açıldığında bizi hüsrana uğrayanlardan eylemesin. Kaçtığımız her bucakta Rabbimizin azameti bizi beklerken, saptığımız her yol ona çıkarken onun ilahi huzurunda etimiz kemiğimiz yüzümüz bile bizi bırakıp yiterken omuzlarımızdan düşen “kulluk resmimiz” bizi utandırmasın. Ve Rabbimiz bizi içinde peygamberlerin, sıddıkların ve evliyaların olduğu o mübarek cennete tab eylesin.
Amin.