Kemal Özer Kimdir?
Kemal Özer, 1968 Konya doğumlu. İşletme ve gazetecilik eğitimi aldı. Muhabir ve haber müdürü olarak medyada çalıştı. Bilişim sektöründe yöneticilik yaptı. Farklı sivil örgütlerde çeşitli görevlerde bulundu. 2008 yılında arkadaşlarıyla birlikte Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi’ni kurdu ve hâlen başkanlığını yürütüyor. Çeşitli dergi, gazete ve haber sitelerinde yazdı. 2010 yılında Medya Etik Konseyi tarafından ‘Medya Etik Ödülü’ne lâyık görüldü. Yurt içi ve yurt dışında çok sayıda konferans verdi, panel ve sempozyumlarda tebliğler sundu. Deccal Tabakta, Şeytan Ye Diyor/ İnsan Ne Yemeli, Ne Yememeli isimli kitaplarından sonra geçtiğimiz günlede Müslüman’ın Diyeti adlı kitabı yayımlandı. Ayrıntılı bilgi için www.kemalozer.com, takip için @ozerkemal önerilir.
İngiliz Gazetesi Dailymail, Coca-Cola’ya karamel rengini veren kimyasal maddenin kanser yapıcı özelliğinin klinik deneylerle ortaya çıktığını yazdı. Coca-Cola’daki bu tehlikenin diğer gazlı içecekler için de geçerli olduğunu söyleyebilir miyiz?
Elbette söyleyebiliriz ancak bu risk sadece içeceklerle de sınırlı değil. Kolalarda renklendirici olarak kullanılan karamel (E150), çikolatalar ve ekmekler gibi birçok üründe de yaygın olarak kullanılır. Üstelik karamelli çikolata diye de övünülerek satılır. Bileşiminde alkali, amonyak, sülfat bulunur ve genellikle genetiği değiştirilmiş mısırdan elde edilir. Türkiye’de ise ekmek dâhil tüm alanlarda kullanımı serbesttir. Vücuttaki B6 vitamini emilimini azalttığı gibi nörolojik bozukluklara yol açtığı da tespit edilmiştir. MSG (E621) ile birlikte kullanıldığında kansere ve genetik mutasyona neden olur ki, maalesef birlikte kullanımı da yaygındır.
Kola, gazoz, hazır meyve suyu gençler arasında en çok tüketilen içecekler… Bunları tüketen bir genci ne gibi tehlikeler bekliyor?
Öncelikle belirtmeliyiz ki bu ürünlerin insan için hiçbir yararı yok. Bilakis çok yemeye, diyabete, sindirim sorunlarına hatta içeriğine göre değişmekle birlikte kanser dâhil çok sayıda hastalığa yol açar. Ayrıca alkol barındırırlar.
“Alkolsüz içecek” etiketiyle piyasaya sürülen içecekler ‘alkolsüz değil’ mi diyorsunuz?
Aynen öyle diyorum. Çünkü ne yazık ki mevzuatta ‘alkolsüz içekler’ olarak tanımlanan bu ürünlere aroma koruyucu, aroma ve yağ çözücü, tat oluşturucu gibi nedenlerle alkol eklenir. Dahası bu ürünlere eklenen aromalar, alkol içinde taşınırlar ve karışım kazanlarına bu şekilde eklenirler. Alkolsüz adıyla pazarlanan gazlı içecekler, kolalar, aromalı içecekler, aromalı maden suları, alkolsüz(!) biralar, boza, kefir ne yazık ki alkol içerir. Kimi buna ‘doğası gereği’ gibi bir ifadeyle meşruiyet sağlamak isteyebilir. Bunlar doğası gereği değil, insan eliyle bilerek eklenen işlemlerdir. Bu duruma hem TSE standardı, hem Türk Gıda Kodeksi, hem de uluslararası mevzuat izin verir. İşin kötü yanı alkol eklendiği halde alkolsüz olarak etiketlenmesi…
Yeni çıkan “Müslüman’ın Diyeti” kitabınızda “az, öz ve akıllı beslenme” önerisi getiriyorsunuz. Bu önerinizi ‘Genç Okurları’ için açıklar mısınız?
‘Az’ yemeliyiz, çünkü çok yemek sağlık değil, hastalık ve kötü bir hayata yol açar. Bu nedenle, Hz Peygamber’in hayatında uyguladığı gibi, sık sık değil, iki öğünde ve ölçülü yemeliyiz. Tıka basa değil ihtiyaç (yani midenin tamamını doldurarak değil 3’te biri) kadar yemeliyiz. Hazzı tatmin için değil, yaşamak için yemeliyiz.
‘Öz’ yemeliyiz, çünkü nitelik yerine niceliğe önem verdiğimizde, yani seçmeden önümüze geleni tükettiğimizde elem verici sağlıksız bir hayat bizi bekliyor olacak. Bu nedenle, Kur’an- ı Kerim’deki ‘temiz’ kavramını doğru yorumlamalı, haramlar ve şüphelilerden tümüyle uzak durmalı, GDO’lu ve hibrit tohumlardan elde edilen besinlerden mutlaka sakınılmalı, tarım kimyasalları ve katkı maddeler eklenmiş sentetik ürünler yerine, sade olanları tercih edilmeli, pastörize, UHT, ışınlama ve modifiye gibi endüstriyel işlemler uygulanarak sentetikleştirilen ve besin değerleri yok edilen ürünler yerine sağlıklı geleneksel yöntemlerle üretilmiş ürünlerle beslenmeliyiz.
‘Akıllı’ beslenmeliyiz, çünkü ‘akıllı’ ve ‘mükerrem’ bir varlık olan insan, kendi bedeninin korunmasına gayret eder ve bunun gereğini yerine getirmeye mecburdur. Bu nedenle de yemeklerin pişirme yöntemi, yenilme sırası, aşırı sıcak/soğuk oluşları, serinletici ve hararet yapıcı etkilerinin bilinmesi önemlidir. Unutulmaması gereken çok önemli bir nokta ise, yiyip içtiklerimizin fiziki açlığımızı mı yoksa hem fiziki hem de biyolojik açlığımızı giderip girmediğidir. Yiyip içilenler şayet sadece fiziki açlık ve susuzluğunu gideriyor lakin bedenin ihtiyacı olan biyolojik (besin ve besin enerjisi) gereksinimlerini karşılamıyorsa hastalanmak kaçınılmaz bir sonuçtur. Bu ise kader değil, kendi elimizle başımıza açtığımız derttir.
İslam herkesin sağlıklı ve mutlu olmasını ister. İşte Müslüman’ın Diyeti de, bu amaçla, yani sağlıklı olmak ve kaliteli bir hayat sürmek isteyen herkes için kaleme alındı. Hz Peygamber ile kadim ve modern tıbbın rehberliğinde ilerlendi.
“Gayrimüslim mutfaktan beslenerek Müslüman kalmak zordur” diyorsunuz. Sizce bugün bizler gayrimüslim mutfaktan mı besleniyoruz?
Aslında bu ifade merhum Prof. Dr. İbrahim Canan hocaya ait ve buna ben de yürekten katılıyorum. Çünkü hem Kur’an-ı Kerim’de Allah-ü Teâlâ böyle diyor, hem de Efendimiz. (s.a.v.) Ne yazık ki bugün ezici çoğunlukla ‘Gayrimüslim’ bir mutfaktan besleniyoruz. Daha doğrusu mutfağımızda biz ve dolayısıyla dinimiz değil; moda, reklamlar, endüstriyalizm gibi unsurlar belirleyici. Belirleyicilerin ise çoğunlukla bir dini yok, hatta paganlar. Özellikle de midemizin önemini bizden iyi bildikleri için bizi buradan vuruyorlar. Onlar, ibadetlerimizin makbul olup olmamasında belirleyici unsurun midemiz olduğunu çok iyi biliyorlar. Ve onlar, Efendimiz Aleyhisselam’ın “Kim Allah’a ibadet etmişse, Allah’ı zikretmiş olur. Fakat haramlardan kaçınmayan kimsenin namazı, orucu, haccı, zekâtı çok olsa da Allah’ı zikretmiş olmaz” ve “Öyle bir devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak. Böylelerinin hiçbir duası kabul edilmez» şeklindeki hadis-i şeriflerini bizlerden daha iyi biliyorlar. Bu nedenle ne iş yapacaksak ve hangi nitelikte olursak olalım işi düzeltmeye mutfaktan başlamak zorundayız.
Bir röportajınızda kola, gazoz gibi içeceklerin olduğu bir sofraya Hz. Peygamber’in oturmayacağını söylüyorsunuz. O’nun sofrasıyla, bizim sofralarımızı kıyaslayacak olursak…
Efendimizin bugünkü Müslümanların büyük çoğunluğunun evine girmeyeceği gibi, sofralarımıza da oturmayacağını düşünenlerdenim. Ayrıca ikramlarımızı da reddedeceği kanaatindeyim. Diğer bir sorun ise Hz Peygamber (s.a.v.) sofrası ile bizim sofraların kıyaslanmasının imkânsızlığı. Dahası ikisini kıyaslamak abesle iştigaldir. Bizim sofralar, Karun’un sofrası gibi. Tek fark, Karun’un sofrasındakiler nitelikli yiyeceklerdi, bizimkiler ise sentetik. Ancak bize bunca sentetik ürünleri reva gören günümüzün Karunları da, geçmiş Karunlar gibi nitelikli ürünler tüketiyorlar.
Hz Peygamber’in sofrasında bir-iki çeşitten fazla olmadığı ve sofradan tok kalktığı vâki olmadığı halde, bizimkisinin sayısı belirsiz. Üstelik bir değil birkaç mideye yiyoruz. O acıkınca yerdi, biz uyku hariç aralıksız yiyoruz. Efendimiz ‘Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz’ ayet-i celilesinine tamamıyla riayet ederdi, biz ise ilk ikisine riayet ederken, üçüncüsüne gelince Bektaşilik yapıyoruz. O kısmını görmezlikten geliyoruz. Kısaca ne yazık ki, Peygamberimizle aramızda hiçbir benzerlik yok.
Özellikle genç kuşak sanki bir mecburiyetmiş gibi hazır yiyecek kültürüyle yetişiyor. Hazır yiyecekler gençler için gerçekten mecburiyet mi?
Maalesef anne babalar çok kötü örnek. Kendileri her şeyi yiyip içtiği halde, çocuklarını sakındırmaya çalışırlar. Beslenme, içerik itibariyle dinî ve kültürel bir faaliyettir. Dinî kısmıyla ilgili ne bilgimiz, ne de ilgimiz var. O boyutunu sadece hayvanların besmeleyle kesilmesine indirgemişiz. Kültürel kısmı ise Tanzimat’tan, özellikle de 2. Dünya Savaşı’ndan sonra tümüyle Batı özentisi ve dayatmasıyla değişim geçirmiş durumda. Sigara içen bir baba çocuğuna (hakeza öğretmen öğrencisine) sigaranın zararlarından söz ediyorsa abesle iştigal ediyordur ve çocuğu da onu zaten dinlemeyecektir.
Öncelikle ailenin mutfağına, dolayısıyla sofrasına gelenleri sorgulaması, gözden geçirmesi gerekiyor. Ölçümüz belli, ‘helal ve temiz’ olacak. İyi ama ‘temiz olmak ne demek?’ “Deccal Tabakta”, “Şeytan Ye Diyor! İnsan ne yemeli ne yememeli” ve “Müslüman’ın Diyeti” kitaplarını ‘temizi anlamak için’ kaleme aldım. Bundan sonra yazacaklarım da bu amaçla olacak.
O halde temizden ne kastediliyor, önce bunu öğrenmemiz şart. Şimdi Müslümanların ve belki tüm insanlığın üzerinde durması gereken nokta burası. Acaba manevi kirlerden mi, hijyen de denilen basit maddi kirlerden mi, çağın en büyük sorunu olan ölümcül kimyasal kirlerden mi, biyolojik yani genetik kirliliklerden mi, ya da hepsinden mi bahsediyor? Fıtratı, dolayısıyla insan ve çevre sağlığını etkileyen bütün bu faktörler üzerinde çokça düşünülmesi gerekir.
Peki, gençlerin bu konuda alternatifi var mı?
Elbette var! Yeryüzü ve dolayısıyla her şey tümüyle kirlenmiş değil. İyi işler de yapılıyor, iyi ve temiz ürünler de üretiliyor. Bu bir tercih meselesi… ‘Helal ve temiz’ olanları mı, yoksa önümüze geleni mi tüketeceğiz? Bu seçenekten birini tercih etmemiz şart. Ancak şunu da belirtmeliyim ki, ben bugün özellikle Müslüman üreticilerin pek çoğunun diğerlerinden hiçbir farkı olmadığı için, tercihlerimi yaparken kişiye göre değil, ürün ve üretim biçimine bakıyorum. Kahredici bir durum ama Müslümanların ürünleri ezici çoğunlukla maalesef tüketilebilir değil. Fakat araştırdığımız zaman dünyanın her yerinde hâlâ ‘temiz’ ürünler bulabiliyoruz. Özellikle bunları tercih etmeliyiz, çünkü böyle davranmak hem temiz yiyeceklerin üretilmesi için bir vecibedir, hem de teşvik edici bir unsurdur.
Değerli vaktinizi bize ayırdığınız için çok teşekkür ediyor, bu hayırlı çalışmalarınızda muvaffakiyetler diliyoruz.
Ben de bu hassas ve önemli sorunumuza gösterdiğiniz ilgi ve değerli sorularınız için teşekkür ederim.