Mehmet Emin Gül - Salih Yüztgenç
Hayatın içinde, hayatın dertleriyle dertlenen, insanların arasında yaşayan, insanların dertleriyle dertlenebilen, onlarla konuşabilen, onların derdine çare olmaya, şifa olmaya çalışan insanlar olmamız lazım. Bu toplumda yardım bekleyen onlarca, binlerce insan var. Yalnızca kendisi için yaşayan bireyler değil, başkası için yaşayan, hizmet etmek için yaşayan, insana bir muştu, bir müjde, bir ümit taşımak için yaşayan insanlar olmamız icap eder.
Hüzün Hastalığı kitabınızın ilk baskısından bu yana 17 sene geçmiş. 17 senede değişen bir şeyler var mı “hüzün hastalığı” konusunda?
Daha önemli bir mesele haline geldi. Çünkü Dünya Sağlık Örgütü 2020 yılında depresyonun dünyanın en önemli sağlık problemi olacağını ilan etti. Günümüzde global kültür, insanları adeta mutlu olmaya mecbur ediyor. “Mutlu olmak zorundasın, bu bir emirdir” diyor. Fakat öte yandan da insanın mutsuzluğu günbegün artıyor. Hüzün hastalığının tartışılması 20 yıl öncesine göre çok daha anlamlı.
İnsanın hüznü nasıl olmalıdır? Hüzün, ne boyutta insana yeni ufuklar açar?
Şimdi klinik depresyon ile hüznü birbirinden ayırt etmek gerekir. Klinik depresyon dediğimiz şey insanın günlük hayatını felç eden, hayattan tam manasıyla bir kâm almasını engelleyen, günlük hayatı yerine getiremediği bir süreçtir. Böylesi durumlarda elbette tedavi olması gerekir kişinin, ama zaman zaman içinin derinliklerine inen, orada hüzünlü varoluşla kendisiyle ve Allah ile konuşan insanların bu hüzünlerini korumaları gerekir. Çünkü hüzün bize, kitapta da tartıştığım gibi, dünyanın faniliğini, şeylerin geçiciliğini ve kırılganlığını hatırlatır. Dolayısıyla aslında inanmış her insan hüzün ve gurbet üzere yaşar. İnanmış her insan dünyanın gurbetindedir. Dünya onun yurdu değildir. Ve o da ona bir hüzün verir. İşte bu hüznü koruyalım diyorum ben. Ara ara bize uğrayan ve bir misafir gibi armağanlar getiren hüznümüzü feda etmeyelim.
Kitabınızda “Hüzün bütün kadim geleneklerde bize kendi sonluluğumuzu, ölümlülüğümüzü hatırlattığı için değerlidir” demişsiniz. Bu durumda, hüznü bir anlamda yok etmeye çalışan pozitivist batı felsefesi, bize ölümü, ölümden sonrasını unutturmaya çalışıyor diyebilir miyiz?
Elbette. Batı medeniyeti aslında toptan olarak ölümün inkarı üzerine kuruludur. Batı medeniyetinin en temel vasıflarından bir tanesi ölümden sanki müstekreh bir şeymiş gibi koşar adım kaçmasıdır. Biz ise ölümle barışık yaşayan bir medeniyetin çocuklarıyız. Bizim mezarlıklarımız şehrin ta göbeğindedir. Hüzün bize hayatın kırılganlığını hatırlatır dedik, ölümü hatırlatır dedik. Yine Peygamber Efendimiz bir Hadis-i Şeriflerinde “ağız tadını bozan ölümü sıkça hatırlayınız” buyururlar. Aslında bu bugün varoluşçu felsefecilerin, varoluşçu terapistlerin de hep dikkatimize getirmeye çalıştığı bir şeydir. İnsan ne kadar ölümü hatırlayarak yaşarsa o kadar hayatını dolu dolu yaşar. Yani ölümü unutarak yaşayan bir insan hayatı sadece haz üzerine kurar. Hazların da bir sonu vardır. İnsana tam bir itminan ve huzur duygusu vermez. Yani bir derinleşme imkanı vermez. Ama insan ölümü sıkça hatırlayarak yaşarsa, ölümle yüz yüze yaşarsa, ölümü hissederek yaşarsa onun hayatı da çok daha anlamlı olur. Hayatını da daha dolu dolu, hakkını vererek yaşamış olur. İşte hüzün, bize hayatımızın hakkını vermek yönünde bir avantaj sunuyor.
Bize biraz Peygamber Efendimiz’in hüznünden bahsedebilir misiniz? Bahsettiğiniz hüzün hastalığıyla kıyaslarsak neler söylemek istersiniz?
Selam üzerine olsun, Resulullah Efendimiz’in hüznü bana hep Yâr’inden ayrı yaşayan, aslından koparılmış, hani Mevlana’nın “her kim aslından uzak düşsün, canana dönmek için bir gün arar.” dediği gibi yaratıcısını, sevgilisini özlemekle geçen bir hüznün adıdır. İnsan tabi bu dünyayı da mamur etmek için çalışmalıdır. Yani hüznümüz asla bizi bu dünyayı imar etmekten alıkoymamalıdır. Ama Resulullah, her şeyde bir denge gözettiği gibi hüznünde de, sevincinde de hep bir denge gözetmiş olan, insanlığın büyük önderidir. O’nun ölümü hatırlayarak, ölümü tefekkür ederek ve hüzün üzere halinin bize anlatacağı çok şey var. Ancak hüzün üzere olmakla dünyayı bir yurt bellemeyiz. Ancak hüzün üzere olmakla bu dünyanın bize ebedi bir yurt olmayacağını fark ederiz. Bunu fark etmekle de inancımız pekişir, inancımız gerçek manasını bulur.
Sürekli bir melankoli halinde olmak modern toplumda moda haline geldi. Sizce bunun kaynağı nedir? Bu konudaki tahlil ve tespitlerinizi öğrenebilir miyiz?
Ben tam tersini düşünüyorum. Melankoli halinde değil de sürekli vur patlasın çal oynasın düşüncesi içinde modern toplumun insanı. Acı veren hiçbir yere bakmıyor, acı veren hiçbir şeyi görmek istemiyor. Tıpkı ölümden kaçtığı gibi acıdan ve ıstıraptan da kaçıyor. Çünkü ıstırap beni yok eder, beni mahveder diye düşünüyor. Oysa ıstırap insanı olgunlaştırır. Ruhsal acılar bizi bulunduğumuz yerden çok daha iyi bir noktaya taşır. Bunun için de Hz. Eyüp’ün hikayesi indirilmiştir, verilmiştir. İnsanın, sabreden insanın, erişebileceği mertebeler ile ilgili bu konuda bize bir ufuk açılmıştır, yol açılmıştır önümüzde. Modern insanın en temel kayıplarından bir tanesi de sabır duygusudur. Çünkü hepimiz ani tatmin çağında, bir düğmeye basmakla her şeyi halletmek istiyoruz. Hızlı köfteler yiyoruz, hızlı gıdalar yiyoruz, her yere çok hızlı varmak istiyoruz. Dolayısıyla beklemeye ve sabretmeye tahammülümüz yok. Her şeyi göbeğimizi tutarak, gülerek karşılamak istiyoruz. Hiç hayatımızda hüzün olmasın istiyoruz. Bunlar yalancı şeylerdir, yalancı mutluluklardır. İnsan, uğruna çaba harcamadan, ter akıtmadan hiçbir şeyin gerçek manada kıymetini bilemez. İyi şeyler, güzel şeyler yavaş yavaş içimizde olgunlaşır, demlenirler. Dolayısıyla mutluluğu bile hak ederek almamız lazım. Mutluluğu bile mutsuzluk girdaplarına girip çıkarak, hüzün bulutlarının altında dolaşarak, ondan sonra hak ettiğimizi düşünmemiz lazım. Yani hemen her şeyde mutlu olmaya gayret edersek o mutluluğun da manası kalmaz. Her şey zıttı ile kaimdir. Yani, mutsuzluk olmadan mutluluğun da tek başına hiçbir manası yoktur.
Peki, hocam, ülkemizde sağlam karakterler, hüznünü tanıyan ve sahip çıkan bireyler nasıl yetiştirilebilir?
Bunun için “organik insanlar” olmamız lazım. Hayatın içinde, hayatın dertleriyle dertlenen, insanların arasında yaşayan, insanların dertleriyle dertlenebilen, onlarla konuşabilen, onların derdine çare olmaya, şifa olmaya çalışan insanlar olmamız lazım. Bu toplumda yardım bekleyen onlarca, binlerce insan var. Yalnızca kendisi için yaşayan bireyler değil, başkası için yaşayan, hizmet etmek için yaşayan, insana bir muştu, bir müjde, bir ümit taşımak için yaşayan insanlar olmamız icap eder. Bunun da başı, her şeyin başı olduğu gibi, manevi terbiyedir. İnsanın kendi nefsini, kendi egosunu başkalarının önüne koymamasıdır. Kendi egosunu başkalarının hizmetine sunabilmesidir. Bunun için de, bu toprakları yüzyıllardır mayalayan o geleneksel kültüre, tasavvufi kültüre yakın durmamız, oradaki ilhamları ve oradaki irfanı çok iyi alabilmemiz lazım.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Genç dostlarıma tavsiyem; bir dakikalarını bile zayi etmesinler, okusunlar, tefekkür etsinler. Hayat büyük bir şehrayîn. Bizler, genç çağlarımızda yakaladığımız zihin diriliğini hayatın ileriki aşamalarında bulamayabiliyoruz, insanlar olarak. Dolayısıyla, genç çağlarında zihinlerinin, dimağlarının en diri olduğu çağda, zihinlerini ve dimağlarını en diri sözcüklerle doldursunlar. Malayani işlerle değil, güzel şeylerle doldursunlar.