Özlem Avcı, 60 üniversiteli dindar genç ile derinlemesine görüşmeler yaptı ve sosyolojik bir eser olarak “İki Dünya Arasında” ismiyle yayınladı. Kendisini bu çalışmaya iten sebebi, “kendimize yabancılaşmadan ötürü duyduğum dert” şeklinde ifade ediyor. Söyledikleri, üzerinde düşünülmesi gereken sözlerden.
izi bu araştırmaya iten ne idi? neden böyle bir kitap hazırlama gereği duydunuz?
Dini yaşama biçimlerinin ve algılarının, (toplumsal alandaki daha birçok farklılıkların da görmezden gelindiği gibi) bu ülkede uzunca bir süre görmezden gelindiğini düşünüyorum. Modernleşme ideolojisiyle başlayan bu tavır zamanla birbirimizi tanımayan, birbirimiz hakkında öğretilmiş (kurulmuş) olan dil ile konuşan nesiller hâline getirdi bizi. Tam da bizden olana hep farklı bir gözle baktık, başkalarının söylediği sözlerle konuştuk. Ve aslında birbirimizi tanıdığımızı söyleyip, bize öğretilen ezberler üzerinden, anlamak gibi bir derdimiz olmaksızın sadece eleştirdik, uzak durduk, aramıza mesafeler koyduk. Ve böylece kendimize yabancılaşmaya başladık. İşte tam da böyle bir dert ile bu çalışma şekillendi.
Daha özelde “neden gençlik?” diye sorarsak ne dersiniz?
Toplumsal alanın geleceğe dönük okumalarının en iyi gençlik üzerinden yapılacağını düşünüyorum. Bu çalışma ekseninde görüşülen gençler dini algılama, anlama ve yorumlama biçimleriyle dini yaşam tarzlarının aslında en önemli dönüştürücüleri ve bu dönüşümün önemli bir “hız belirleyicileri”.
Kitabınızın giriş bölümünde “dindar gençler arasında ötekileş(tir)me sorununun da oldukça dikkat çekici olduğunun altını çizelim” diyorsunuz. Bu ötekileş(tir)me diğer cemaatlere karşı mı yoksa dindar olmayan gruplara karşı mı? Açar mısınız?
Evet kesinlikle çok önemli. Bu “ötekileş(tir)me” sorunu aslında kendi içinde çok katmanlı bir özelliğe sahip. Hem gençler arasında genel anlamda “dindar” ve “laik” ayrımı ifadesi varken, benzer bir ayrıştırma ise dindar kesim içinde de birbirine karşı söz konusu. Belki “laik” ve “dindar” diye keskin ve katı bir ayrım değil ama farklı dini grupların birbirlerine karşı eleştiriyle başlayan bir ayrım söz konusu. Özellikle dindarlığın ölçütleri konusunda en çok kullanılan “biz” ve “onlar” ifadeleri idi. Tam da modernleşmenin bize öğrettiği bir şey: Benzerlikler yerine farklılıklar üzerinden kurulan, ayrıştırıcı bir dil.
“İki dünya arasında” kalmışlık var mı dindar üniversite gençlerinde? Varsa savrulmalar, yıpranmalar gözlemlediniz mi?
Bu çalışma ekseninde “iki dünya arasında” kalmak, geleneksellikle modernlik, seküler olanla ilahi olan, yaşanan ve kitabi olan, bilimsel olan ile dini olan gibi bir çok ikiliği ifade ediyor. Bu ikilikler arasında kalmanın en çok yaşandığı dönem aslında gençlerin üniversiteye başladıkları ilk dönem. Ve özellikle kırsal bir yerden, Anadolu’nun daha küçük bir şehrinden gelmiş ise bu arada kalmışlığı daha çok yaşıyor ve hissediyor. Ve durum ise dönüşümün başladığı nokta. Artık ait olduğu kültürün, geleneğin dışına çıkarak başka yaşam tarzlarıyla karşı karşıya kalıyor ve içinde olduğu bir çok şeyi dışarıdan bir gözle yeniden anlamaya ve tanımlamaya başlıyor. Dini alışkanlıklarını sürdürme, arkadaşlık ilişkileri ve özellikle de karşı cinsiyetle olan ilişkiler, tüketim alışkanlıkları, vs... Bu konuda da kendi ifadeleriyle en çok mücadele etmek zorunda kaldıkları «nefs». Modern dünyaya dair her şey aslında nefse hoş gelen şeyler. Din ve modern hayat noktasında önemli bir gerilim noktası: “Nefs”.
Bu çalışma sonunda genel olarak, fotoğrafın bütününe baktığınız da ne görüyorsunuz? Ve geleceğe dair nasıl bir kanaat oluştu sizde?
Bu çalışmanın ileriye dönük olarak “dindarlığın yeni görünümlerine” dair bir pencere araladığını düşünüyorum. Bu gençler üniversite hayatı ile birlikte yeniden deneyimledikleri dindarlık biçimleri var. Ve burada İslami kanaat önderlerinin de yadsınamayacak kadar güçlü bir etkiye sahip olduklarını düşünüyorum. Bundan 20 yıl önceki dindar gençlik, bu günkü gençleri düşünsel anlamda etkileyebiliyorlar ve inanıyorum ki bundan 20 yıl sonra da bu gençlerin bir kısmı, başka gençleri etkilemeye ve dönüştürmeye başlayacaklar. Dindar gençler arasında çok ciddi farklılaşmaların hatta zaman zaman düşünsel kutuplaşmaların olduğu görülüyor. Bundan on yıl önce bu farklılaşmaların bu kadar çok ve belirgin olduğunu düşünmüyorum ve bundan on yıl sonra ise bu farklılaşmaların daha da çeşitleneceğini düşünüyorum. İktidar karşısında hem ona tâbi olarak hem de onu aşmaya çalışarak sürekli kendini yenilediği ve dönüştürdüğü söylenebilir. Bu iktidar bir taraftan ilahi bir güç iken bir taraftan kendi içindeki nefs olabilmekte; bir taraftan ait olduğu dini grupların değerler ve ilkeleri iken bir taraftan kendi dışındaki dini gruplar ya da dindar olmayan kesim olabilmektedir. Bu durumda bir özne olarak dindar birey, bu iktidarın bazen karşısında ve bazen ise yanında bir takım direnme biçimleri ve taktikler geliştirerek kendisinin yeniden algılanmasına ve tanımlanmasına neden olmaktadır. Ve son olarak bu çalışmayla ilgili eleştirel dönüşleri gerçekten çok önemsiyorum ve tam bu nedenle de henüz tamamlanmamış bir çalışma olduğunu düşünüyorum.