
Halit Ömer yoğun biri. Bizim İfademizle bir tecelli fotoğrafçısı o. Koşturuyor habire. Bu yüzden, röportajı yapamayacağımız fikrine kapılmadım da değil. Ama neyse ki oldu. Fatih’teki yeni ofisinin ikinci katında... Fotoğrafçılıktan, gezdiği yerlerden, ortak dostlardan ve daha pek çok konudan konuştuğumuz, röportajdan ziyade keyifli bir sohbet oldu benim için. Bu uzun ve keyifli muhabbetten seyahate ve seyahatin; seyyahın gönlünde açtığı yeni ufuklara ve “dost”a, dostluğa dair olan kısmını ilerleyen sayfalarda bulacaksınız… Umarım benim konuşurken aldığım keyfi siz de okurken alırsınız…
Sinan Özgenç: Bir sürü yer gezdin dolaştın ya... Oralarda da bir sürü insan, durum vb. bir sürü şey gördün. Bütün bunlar toplamda sana ne kattı? Edindiğin toplam tecrübe nedir?
Halit Ömer Camcı: Bütün bu seyahatlerde şunu gördüm ben: Yeryüzü bir tecelli mekânı. Allah herkese farklı fıtratlar, farklı algılar vermiş. Birinin iyi dediği; bir yerde biraz iyi, öbür yerde kötü bile olabilir. Ve burada sert tepkiler gösterdiğin şeylerin başka ülkelerde aslında gayet olabilir olduğunu görüyorsun. Örneğin; yemek yeme ahlâkı. Biz burada muzu tatlı bir meyve olarak görüyoruz değil mi? Tayland`da ızgarası yapılan, sokakta köfte gibi satılan bir şey. Sıcak sıcak yeniyor. Ve mesela muzu biz şöyle biliyoruz değil mi; çekirdeği olmayan, lokum gibi bir şey. Değil mi? Hayır. Bangladeş`te, ormanda sana çekirdeklimuz yedirirler. Bir yemek üzerinden baktığınızda bile hayat o kadar renkli ve cıvıl cıvıl ki. Şimdi, “Hayır; muz böyle bir şeydir...” diye bir tanımlama yapmak çok absürt. Ama insanlar hep tanımlama yapmak ve her şeyi etiketlendirmek tercihinde bulunuyorlar. Bütün bunlara gerek olmadığını gördüm dünya yolculuğunda.
Ortak İnsani Değerler Var
İki somut örnekle açmak istiyorum bu konuyu. Birincisi: Birkaç gün evvel bir hocam vefat etti. Yücel Dağlı. Allah rahmet eylesin. Yücel hocam bana bir şey anlatmıştı Evliya Çelebi`den. -Evliya Çelebi Seyahatnâme`sini Türkçe`ye kazandıran iki kahramandan birisidir.- Evliya Çelebi`nin şahit olduğu iki savaş var. Birinde yeniyoruz, birinde yeniliyoruz. Avrupa`da bir yerde oluyor. Bizimkiler hücûm ediyorlar. Yeniyorlar. Yendikten sonra da kahkahalarla gülüyorlar; rencide ediyorlar düşmanlarını. Esirleri bu şekilde üzüyorlar. Öyle ağlayarak esir oluyorlar ki “Ölseydik daha iyi olurdu...” filan diyorlar. Aradan bir sene geçiyor. Evliya Çelebi bir sene sonra da orada ilginç bir şekilde. Bu sefer karşıdakiler saldırıyor, bizimkiler yeniliyor. Ağlayan taraf biz oluyoruz. Evliya Çelebi Seyahatnâme`de şunu yorum olarak getiriyor, diyor ki: "O yendiğimiz gavurcuklar da Allah`ın kulu biz de.” Evliya Çelebi`nin yorumu çok önemli. “Biz onları incittiğimiz için yaptığımız şey Allah`ın gücüne gitti ve onlar da Allah`ın kulu olduğu için Allah bu sene bizi mağlup, onları galip etti.” diyor. İkincisi şu: Tayland`da bir Budist tapınağına gitmiştim. O vakit dikkatimi çekmişti: Aslında hepimizin (bütün insanların) inançları var. Ahiret algısı, sonsuzluk fikirleri var. İman etmek, inanç... Bunlar hakikaten kişiye özel mevzular -yeri geldiğinde bir toplum bir kültür meselesi olmakla beraber-. İşte Allah o Tayland`ın bilmem ne dağındaki bilmem ne keşişine, Çin`in neresindeki bilmem kime, başka bir dindeki insanına, Mekke`deki Müslüman’ına, Kudüs`te ki Yahudi’sine veya işte ne bileyim Roma`da ki Hıristiyan’ına... Hepsine sahip ve hepsinin Rab`bi…
Ortak bir yeryüzü hukuku da koymuş. Nedir? Çalmayacaksın, haksız yere öldürmeyeceksin, zulmetmeyeceksin... Belli ortak insanî değerler var. Bunları Allah koymuş. Şimdi bunları aşar, başka şey yaparsan; ortaya çıkan şey; yüce yaratıcıyı, tabir-i caiz ise rencide edebilir. Şunu demek istiyorum: Oradaki Budist rahibin de, öbürünün de, diğerinin de ve bizim de öbür taraftaki kimse artık... Hepimizin ortak bir yaratıcısı var. Hepimize standart insanî yazıları koymuş. İman etmek etmemek, yaşamak yaşamamak, iman edip ahlâklı olmak; iman edip ahlâksız olmak. Bunların hepsi herkesin kendisine kalmış bir şekilde.
Hepsi farklı birer tecelli. Öbür tarafta ne olacağını Allah bilir. Biz karışamayız. Sonsuzluk içerisinde akıp gidecek şeylerin plânını biz burada zaman içerisine; şu anda oluyor, yarın olacak, dün olmuştu… diye tanımlasak da: O, bütün bunların çok üzerinden ve tek anlı olarak bakıyor sonuçta. Ve ben bu seyahat etme tecrübesinde şunu görüyorum: Allah o anda, orada, ona öyle tecelli ediyor. Burada bize böyle tecelli ediyor. Doğrusu hangisi? Ekvator`da yaşayanlar için gün on iki saat. Sn. Petersburg`ta öyle değil. Ne olacak şimdi? Dünyada ve kainatta kim bilir başka neler var? Dünya kuralları içerisinde bize anormal gelebilecek pek çok şey var. Onları da oldukları gibi kabul etmek gerekiyor.
Seyahat taassubu kırar, lafı çok güzeldir. Çünkü tecellileri görürsün. Gittiğin ülke sana başka insanları tanıtır. Başka insan yaşamlarını gösterir. Bana kazandırdığı şey; her yeni insanda yeniden, başka bir sonsuzluk hissi oldu. Gittiğim ülkelerde mesela hacda karşılaştığım insan tipleriyle, ne bileyim Amerika`ya gittiğimde başka birisiyle, Avrupa`da karşılaştığın birisiyle algılar bambaşka. Şunu anlıyorsun negatif milliyetçilik, sınırların içinde olmanın verdiği bir dürtü. Senin burada doğma hakkın sana verilmiş bir şey değil. Onun orada doğma hakkı ona verilmiş bir şey de değil. Dünyayı dolaşmak insana farklı algıların farklı insan fikirlerinin olduğunu idrak ettiriyor. Dünyayı dolaşmak insana bunu kazandırıyor.
İnsanlar Dünyayı Kendileri Gibi Algılıyorlar
Benim düşündüğüm doğrudur bağnazlığı çok kötü bir şey. Dolaştıkça, gezdikçe farklı insanlarla tokalaştıkça, selamlaştıkça, muhabbet etikçe hatta gördükçe bile, yani hiç sohbet etmesen, sesini duymasan bile buranın farklı bir evren olduğunu, yelpazenin ne kadar geniş olduğunu anlıyorsun. Ama insanlar dünyayı kendileri gibi algılıyorlar. Oysa biraz yukarı çıktığında bir adım geri attığında çerçeve daha genişliyor.
Her İşin İçinde Allah Var
Sinan Özgenç: Güzel bir yere geldi konu. Dünya bir tecelli mekanı dedin ya... Ben burada senin işinle Allah arasında bir bağlantı kurduğun sonucuna varıyorum?
Halit Ömer Camcı: Herkesin var. Farkında değildir belki. Büyüklerden birisi demiş ki “Acaba zamanın sahibi kim. Ve nerede, ne yapıyor?” Yollara düşmüş. Araya araya, o zamanın büyüklerine sora sora, Malatya`da bir adamla karşılaşmış. Ve bu adam, kendisinin zamanın sahibi olduğunu bilmiyormuş. O, meraklı kişi bunu fark ettiğinde demiş ki: “Efendim, siz çok iyi bir insana benziyorsunuz. Gününüzü nasıl geçiriyorsunuz? Bize bir anlatırmısınız?”
Bahsini ettiğimiz adam da bir demirci ustasıymış. “Nasıl olsun... Ben, yeryüzündeki insanların huzura ermesi, Müslümanların her işinde muvaffak olması için, çekici o kızgın alev içindeki demire her vuruşumda - Allah`ım müslümanları hayra ulaştır. İnsanlar hidayete erdir... diyorum.” demiş. Şimdi anlatmak istiyorum: Mevzu zaman sahibi meselesi falan değil. Her işin içinde Allah var. Yani çekici kızgın aleve vuruyorsan da Allah`a ulaşırsın başka bir şey yapıyorsan da. Yani hamuru yoğuruyorsan da, çamuru şekillendiriyorsan da heykeltıraşsan da, mimarsan da, müzisyensen de... Zirve olarak oraya varıyorsun zaten. Ötesi yok.
Seyahat taassubu kırar, lafı çok güzeldir. Çünkü tecellileri görürsün. Gittiğin ülke sana başka insanları tanıtır. Başka insan yaşamlarını gösterir. Bana kazandırdığı şey; her yeni insanda yeniden, başka bir sonsuzluk hissi oldu.
Bize Olacak Şeyler Başkalarına Çoktan Oldu
Sinan Özgenç: İşinle Allah arasındaki bağlantıyı nasıl tanımlıyorsun? Dünya bir tecelli mekanı dedin ya... Onu biraz açmak istiyorum.
Halit Ömer Camcı: Mevzu bağnazlıktan kurtulmak. Mesela şöyle düşünelim. Bir insanı cezalandırmanın yolu nedir? Devlet ne yapar mesela?
Sinan Özgenç: Hapse koyar.
Halit Ömer Camcı: Aradığım cümle bu. İlk ceza bu. Hapse koyulmak, yaşadığımız hayatın kendisi aslında. Eğer bir ülke sınırı psikolojisiyle yaşıyorsak hapisteyiz yani. İstanbullu, Fatihli, Kadıköylü, Bağdat caddeli ne bileyim fark etmez... Gayrettepeli olmak bizim için bir kalıp ve sınırsa.
Sinan Özgenç: Bu sadece yerle ilgili değil, değil mi?
Halit Ömer Camcı: Ben şimdi bunu bir harita bilgisi olarak söylüyorum. Buna her şey dâhil. Devlette görev sahibi olmaktan tut da takım taraftarlığına kadar. Bir mahallilik, bir fikri taraftarlık, bir milliyet sahibi olmak, bir kulüp üyesi olmak da dâhil. O kulüpler bizi aldatıyor olabilir. Geliyoruz, yaşıyoruz, gidiyoruz… Geliyoruz, yaşıyoruz, gidiyoruz... Ve bu binlerce kez oldu. Bize olacak şeyler başkalarına çoktan oldu. Hala kazılardan, buzullardan; insan cesedi, donmuşu, bitmişi, kemiği, kalmışı... çıkıyor. Bu, onlara olmuş şeylerin hepsi; bize de olup bitecek. Seyahatin ve hareket etmenin karşılığında bunlarla daha çok karşılaşıyorsun. Hareket ettiğinde iş değişiyor. Her zamanki yağmur damlaları ıslatmıyor. Başka iklimlerde gidebiliyorsun. Tecelliye dönecek olursak; bulunduğun o dar daireleri kırdığın, bozduğun, ilk dakikalarda “bağnazlığın ve ön kabullerin yoksa” ufkun çok genişliyor ve açılıyor. Konuşulabilir bir adam oluyorsun.
Ne Kadar Fazla Tecelliyi Algılarsan Allah`ı da O Kadar İyi Tanıyorsun
Mesela büyük alim veya büyük bir ilim adamlarına bakalım. Bir şey olmadan yola çıkıyorsun. Bunu İbni Batuta için de, Evliya Çelebi için de söyleyeceğim. Bunlar akademisyen değillerdi, bunlar süper adamlar değillerdi muhtemelen. Ama hayat tecrübelerinden süzüp, bize bıraktıkları emanet kitaplar, seyahatnamelerden; biz bugün inanılmaz bilgilere, inanılmaz tecrübelere ulaşıyoruz. Seyahat insana kendi kalıplarının dışında dünyaların ve algıların olduğunu gösteriyor. Daha fazla tecellinin farkına varıyorsun. Ne kadar fazla tecelliyi algılarsan Allah`ı da o kadar iyi tanıyorsun.
Hayatın Kendisi Bir Yolculuk Zaten
Kapıyı araladığında bir gizeme cevap bulacaksın. Hayatın sırrına ulaşacaksın. Tabii ki böyle bir şey teknik olarak hemencecik yok ama seyahatin, sonunda ulaştığı fikir, mevzu belki de budur. Hayatın kendisi bir yolculuk zaten. Seyri sülük de bir yolculuk. Ve ekstra bir yolculuk. Yani sana standart hayat yolculuğunun, İstanbul`da başlayıp İstanbul`da biten, Türkiye`de başlayıp Türkiye`de biten yolculuğun dışında bir yolculuk hakkı sunuyor. Ve sen başka dertlerin olur hale geliyorsun. Nedir o? Tecelli arayışı diyebiliriz buna. Endülüs`te doğan İbn-i Arabi`nin, dönüp Malatya`ya da gelmesi, Konya’ya da uğraması, Şam`da göçmesi boşuna değildir. Aynı yerde durmuyorlar. İlginç bir şey. Belki de bunun içinde hicret psikolojisi, kendi doğduğun yerdeki tortulardan kurtulma arzusu da olabilir. Endülüs’te kalsaydı başka biri olurdu İbn- i Arabi.
Referansım İyi Niyet
Sinan Özgenç: Kriterin nedir? Yani şöyle açayım; hayatta çeşitli konularla ilgili olarak veya verdiğin kararlarda, yaptığın tercihlerde genel olarak görüp gözettiğin kaide, prensip… nedir?
Halit Ömer Camcı: İyi niyet. Hepimiz insanız. Bir sürü hatalarımız var. Ama kendimle ilgili her zaman tek tesellim olmuştur: “En azından iyi niyetliydim.” derim mesela. Esas olarak bir işe başlarken, bir kanaat sahibi olurken, hemen şöyle davranmamaya çalışırım: Karşımdakinin yüzüne karşı “İşte beyfendi ne dediniz? Ha onu dediniz. Güzel dediniz.... “ derken; içimden hiç şöyle konuşmam: “Tamam. Arkadaş gitsin de sen aslında ne yapacaksan yaparsın”. Yani ne dinlediysem onu esas kabul ederim. Ve hep muhatabımın ve planladığım her şeyin taa baştan doğru olarak başladığını düşünürüm. Karşılığında çok sûkut-u hayaller yaşamışlığımız olmuştur. Kendi kendimizi kandırmışlıklarımız olmuştur. Çok olmuştur. Fakat tek büyük referansım iyi niyetle başlamış olmaktır. Bunu da bir cümleyle şöyle çoğaltmak isterim: Kanada`ya çok sevdiğimiz bir abimiz gitmişti yıllar evvel. Ben Amerika`ya gitmeye çalışıyordum. O bana tavsiyelerde bulunurken bir mailleşmemizde şunu yazmıştı: “Buradaki insanlar söylediğin her şeyi doğru söylediğini kabul ederek hareket ediyorlar.” Oysa şimdi ülkemizde maalesef şu olmaya başladı; herkes “Acaba bu cümlenin arkasında ne var?” diye düşünüyor. Ben, hâlâ o mevzuda kendimi otokontrol noktasında tutmaya çalışıyorum. Yani kendi söylediğimi de doğru söylemeye gayret ediyorum. “Dur bunu burada söyleyeyim de arkasından bir gol atarım.” dememeye çalışıyorum. Bunu bir durum raporu anlamında söylüyorum. Artık dinlediğim her insanı da söylediği cümleyi doğru kabul ederek dinlemeye başlıyorum. Yani genel prensibim iyi niyet.
İnsanı Olgunlaştıran Muhitidir
Sinan Özgenç: Sana, bir insan olarak veya fotoğrafçı olarak kalite kattığını düşündüğün en önemli şey nedir?
Halit Ömer Camcı: Dostlarım. Çetele tutar gibi dost tutarım. Yaptığım yolculuklarda en büyük gayretim; yeni dostlar kazanmaktır. İnsanı bir şekilde olgunlaştıran muhitidir, birlikte olduğu temiz insanlardır. Ben özellikle kendime dost ararım ve çok da bulmuşumdur. Hani annelerimizin duası vardır ya "Oğlum Allah hayırlı kişilerle karşılaştırsın.” diye. Çok şükür çoğu böyle güzeldir dostlarımın. Liste çıkarabileceğim; yani şunu tanırım, şunu severim, diye liste çıkarabileceğim belki birkaç bin isim sayabilirim. Gerçekten sayabilirim ve bu çok önemli benim için.
Ustalık Taklitle Başlar
Amerikalıların bir lafı vardır: “credit history”. Geçmişte yaptığın şeylerin, senin bugün kredin olması gibi. Dostların varlığı da o “kredi tarihini” büyüten ve genişleten bir şey. Yani ben Beşir Ayvazoğlu`nu tanıyorsam benim kredim artar. Mustafa Kutlu`yu tanıyorsam… Onlardan manevî bereketlenme anlamında kredim artar. Edebiyat dünyasından örnek vereyim; ben eğer Tanpınar`ı tanıyorsam, Oğuz Atay`ı tanıyorsam ya da fotoğrafçılardan; Henry Carter`i, Sebastio Salgado’yu tanıyorsam, fotoğraflarını biliyorsam, fotoğraflarını izlemiş, takdir etmeye çalışmışsam bugün kendi kredilerim anlamında yeteneklerim artmıştır. Çünkü ustalık taklitle başlar. Mesela çocuklar babalarının-annelerinin bütün huylarını taklit ederler. Taklit yetenekleri onları bir zaman sonra şahsiyetine çevirir. Çok iyi taklit bir zaman sonra gerçeğe döner. Hani yine alakasız bir örnek olacak ama Peygamber Efendimiz der ki mesela “Ağlamıyorsanız bile ağlamaya çalışın okurken…” Niye? Ağlamayı zorlamak, ağlamaya çalışmak, ağlamayı taklit etmek seni bir zaman sonra gerçekten ağlatır. Ağlamak da orada sana başka bir kapıyı açar. Çok önemlidir. Hepimiz ortak zamanımızı yaşıyoruz, birlikteyiz, temas etmişiz; birlikte bir çay içmişiz, birlikte tokalaşmışız, birlikte gezmişiz; aynı yolculuğa aynı ülkeye gitmişiz...
Zamanı Aşmış Dostlar
Sinan Özgenç: Ortak zaman demişken… Ya zamanı aşan dostluklar? Var mı sence böyle bir şey?
Halit Ömer Camcı: İbn-i Arabî`nin Hz. Mevlana`yla çağdaş olması çok önemli bir şeydir mesela. Birbirleriyle hukukları ne olursa olsun çağdaş olması çok önemli bir şey. Bir bakıyorsun hepsi birden çıkmış süper adamlar. “Ya nasıl olur?” filan diyorsun. Yunus Emre`ye bakıyorsun… Hepsi birbirini takip ediyor. Bir de şöyle ilginç bir şey var onlarla ilgili: Sanki hepsi hep varlar. Mesela 1700`de göçmüş biri gelecek yüzyıldaki, üç yüz yıl sonrasındaki bir diğerine cevap yazmış oluyor. Onlar zamanı çoktan aşmış tipler oluyorlar. Hani Tarkovski`nin çok güzel bir kitap ismi vardır "Zaman Zaman İçinde " diye. Onlar böyle zaman içinde zaman bulmuşlar ve bir çizgide buluşmuşlar. Öyle gözüküyor. Metinlere bakıyorsun; birbirlerini biliyorlar. Bunu anlıyorsun. Yunus Emre`nin baştan sonra külliyatını okuyorum. Deli oluyorum… Bugünü anlattığı o kadar çok şiiri var ki. Bugünü rapor ediyor resmen. “Aa nasıl olur nasıl olur falan diyorsun?” o zaman.
Bunlar söylenemeyecek yazılmayacak şeyler aslında. Bir de Yunus Emre`nin bir kişi olmadığını aynı anda bir kaç yüz kişi olduğunu da düşünüyorum. Bosna`da bir sürü Sarı Saltuk mezarı var ama hangisinin gerçek Sarı Saltuk olduğu belli değil. Bunlar belki zamanı aşmış Hz. Hızır`lar. Yani bunlar yeryüzündeki yansımalar. Aynı bunlar. Bir şeyler görmüşler, yaşamışlar; anlamışlar, bir anın kenarına gelmişler. Oradan bize bir şeyler anlatıyorlar. Anlayabilirsek... Ben bu adamları bize böyle bir miras bırakan adamları bir çizgide görüyorum. Yani tecelli diye aradığımız şey de belki bu. Kitaplarda aranır mı, sokakta mı bulunur? Çin`de mi vardır, Maçin’de mi vardır? İran`a mı gitmeliyiz, Amerika`ya mı gitmeliyiz?.. Onu bilemiyorum ama yaşarken ona ulaşmak arzusundayım doğrusu…
***
Halit Ömer Camcı Hakkında Ne Dediler:
Tarihin ve Coğrafyanın “Bizce” Değerlendirmesi
Mustafa Kula
Halit Ömer Camcı… Güzel bir insan, mâhir bir fotoğrafçı... Gönül gözü ile dünyayı gören, fotoğraf vasıtasıyla gördüklerini gördürmeye himmet etmiş zamansız bir gezgin...
Ünlü yazar Susan Sontag şöyle diyor: “Aynı şeyin fotoğrafını herkes ayrı biçimde çeker. Böylece görmek yalnızca bir belge olarak kaydetmek değil, aynı zamanda dünyanın birer farklı değerlendirmesidir de.” Halit Ömer Camcı’nın fotoğrafları yalnızca estetik değil aynı zamanda düşünsel tezler barındıran fotoğraflardır. O dünyayı fotoğraflarken belgelemekle yetinmez, onun üzerinde tefekkür eder. Onun fotoğrafları dünyaya medeniyetimiz perspektifinden bakar.
O deklanşöre basarken aslında tarihin ve coğrafyanın “bizce” bir değerlendirmesini yapar... Her fotoğraf bir şekilde zamanı durdurur, mekanı başka mekânlara taşır. Onun fotoğraflarında duran sizin zamanınızdır, siz başka mekânlara yolculuğa çıkarsınız. Bizde kubbede hoş bir sada bırakmak, güzel görüntüler bırakmaktan daha fazla önemsenmiştir. Ama... Diliyor ve umuyorum ki bu zamanlardan başka zamanlara kalacak güzellikler listesinde Halit Ömer Camcı’dan çok şey olacak...
Fotoğrafın Genç Bilgesi 
Mahmut Bıyıklı
Halit Ömer`i en iyi anlatacak şey `muhteşem` kelimesidir. Çünkü o sevdiği her şeye Türkçe’nin en nazik tonlamasıyla içten bir muhteşem der. Onun dostları muhteşemdir, gezdiği yerler muhteşemdir, yediği yemekler, içtiği çaylar muhteşemdir. Aslında muhteşemlik eşyanın hakikatine eren, `hoştur bana senden gelen` deme sırrına ermiş, dostun ta kendisindendir. Gönlü ihtişamlı sevgileri kaldıracak genişlikte olduğu için her şeyi o nazarla görmeyi bilmesindendir. Sevmeyende ve sevilmeyende hayır yoktur diye buyruluyor.
Halit sevmenin de sevilmenin de ötesine taşmış bir dosttur. O yaptığı her işte kirlenerek büyümeyi değil arınarak yükselmeyi seçmiştir. Dostlarını harcayarak kazananlara inat o hep dostluğa yatırım yapmıştır. Yeni taşındığı büronun ilk gününde burada iyi para kazanılır yerine burada dostlar güzel ağırlanır demesi onun zihin fotoğrafını size net olarak gösterir.
Ben ona genç bilge diyorum. Her alanda müktesebatı geniştir. Bu sebepledir ki yaptığı işlerde bilgisinin pırıltıları muhataplarının yüzlerini aydınlatır.
Hırssız Ama Israrcı, Delişmen Ama İlkeli
Seyit Nurfethi Erkal
Nereye baktığınız değil, nerden baktığınızdır önemli olan. Sizi siz yapan da budur. Nerede durduğu konusunda bir kanaati olmayanların günün getirdiklerinin mahkumu olacağı mâlum. Halit`le on iki sene kadar evvel, şimdikine göre çok daha ilkel bir makine boynunda asılıyken tanıştığımızda, hayata nereden bakıyorsa yine aynı yerden baktığını görmek, benim için onu değerli kılan birinci hususiyetidir.
Kırılgan ama müsamahakar, hırssız ama ısrarcı, delişmen ama ilkeli tavrıyla, zıtların kendisinde buluştuğu hususi karaktere sahip, vazgeçilmez bir dost bir olarak tanıdım onu. Gezgin gibi hedef bir dergiyi çıkarırken, bunun onun için yalnızca bir başlangıç olduğunu görebiliyorum. Bu uğraşısında dostluğa dair vefanın hakkını yerine getiremesem de onun bunu olgunlukla karşılıyor olduğundan eminim.
Biz insanlar için yarının getirecekleri üzerinden bir değerlendirmede bulunmak bir edepsizliktir, lakin Halit için yarının sürpriz sayılmayacak çok yeniliklere gebe olduğunu söyleyebilirim. Yeter ki o, zamansız olanı duymak doruğundaki nöbetini terk etmesin. Sanırım onunla dostluktan hisseme düşen en yüksek pay da, bu duyuşa ortak bir kulak kesilmek olacaktır.
Eğer ki ölüm bize çabuk ulaşır bir yol bulmasın, zaten, dostlardan ayrılık olmasa, ölüm bize bir yol bulamazdı.
Halit Hep “İyi” 
Ercan Alkan
Altı yedi yıl önce tanışmıştık. Doğrusu nasıl tanıştık pek hatırlamıyorum. Gelenek yayınlarındaydık. Güzel tanışmış olmalıyız. Birbirimizi aradık sorduk. Yürüdük gezdik. Geçen yıllar bana Halit Ömer’in hep “iyi” olduğu izlenimini verdi, vermeye de devam ediyor. İyi bir insan... İyi bir baba... İyi bir dost... İyi bir sanatçı... İyi bir fotoğrafçı... İyi bir editör vesaire... Belli ki daim “cemâl”e “hayr”a mazhar olmakta... Bunca iyilik bunun delili. Fotoğrafla teorik ya da pratik anlamda pek meşguliyetim olmadı. Yegâne mihengim “gözüme hoş gelmesi.” Aslında bana göre neredeyse sanatın tüm formları için geçerli bu mihenk. Halit Ömer’in çektikleri gözüme hoş gelmiştir. Özellikle insan yüzleri, portreler, umutlar, kırılganlıklar, ışıklar, karanlıklar... Bütün bunlar onun kadrajında kendine yer bulmuştur. Göze hoş gelmiştir. O’ndan sinemada da göze hoş gelecek ürünler bekleyenler var. Kimler mi? Birisinin Mustafa Kutlu olduğunu biliyorum. Bir de kendimi biliyorum.