
İstanbul’a, bir Haziran günü sabahın ilk ışıklarında inandım. Mihrimah Sultan’ın o büyük avlusuna girdiğimde, gözümün gördüğü sular beni yıkadı. Okyanuslara dalıp çıktım. Bir aydınlık, bir aydınlık… Yeşil çiçekler ezmişler de boya yapıp gözlerime sürmüşler, dünya yeşil bir cennetti o sabah.
Ne olduysa o sabah oldu belki, bin yıl akan bir nehir, nehir olduğunun bilincine vardı. Varınca delirdi, ne varsa yutmaya başladı. Azametini bildi nehir, ama başı döndü bu azametten. Hepimiz, nehirde balık olduğumuzu sanıp, av peşinde küçük balıkları yemekle meşgul olurken, bir gün, aslında nehrin bir parçası, nehrin kendisi olduğumuzu fark etmedik mi?
Bir sene uyusam da gelip beni biri kaldırsa. Bir sene uyuyabileceğimi bilsem, yine bunu göze alamam. Korkarım. Ya biri gelip beni kaldırmazsa? Varoluş mücadelesi. Bu mücadele, bizim izimiz. Kan izimiz arkamızda bıraktığımız. Koyu, orta, açık tonda, zaman zaman değişen kan izi…
İnsan diyorum, neden bir kamera gibi yürüdüğü yolları hafızasına alır, kaydeder. Neden bir çınar ağacına yaslandığında o çınar ağacının kalbine de yaslanır? Eylem, düz değil midir? Yaslanırsın ve dinlenirsin. Ama öyle değil, illa kalbinle de yaslanacaksın o ağaca. Bu hayat telaşında, Nuh Aleyhisselam`ın gemisine insan, hayvanat, nebatat bulmak için çırpınması gibi çırpınırken, bir ağaca yaslanıp onun da ağırlığını kendi kalbine katmak zor değil mi?
Ve bütün bunları, İstanbul düşündürüyor insana.
Selamünaleyküm İstanbul.
Allah insana dokunamayacağı yaralar vermesin.