
“O ‘en büyük leke’ye takılıp kalmadım, dünyaya bulaşmadım. Öğretmenliği ve sessizliği seçtim. Hale bakıp sözlere aldırmadım diye, Allah`a hamdediyorum; içim içime sığmıyor. Onlar altın topladılar, ben hazine buldum. Onlar saraylar inşa edip bir kaç koltuk elde ettiler, ben tapınak inşa ettim ve iyilik tanrısının sonsuz iklimlerinde, saltanat tahtına kuruldum. Onlar bağ bahçe aldılar, ben ise mucizelerin yeşil ülkesine sahibim. Onlar masa başlarında gururlandılar, ben aşk tapınağının minaresinde gururumu ayaklar altına aldım.” Ali Şeriati
Babam, asil bir müslümandır. Sözüne sadıklığı, güvenilirliği ve dürüstlüğüyle bilinir onu bütün tanıyanlar nazarında. Asil bir Anadolu çiftçisidir sonra. Bir ara market işletmeye kalkmışsa da, kabaran veresiye defterlerini tahsil edemediğinden dolayı bu işi bırakmıştır. Hayvancılık ve çiftçiliğe başlamış, hala da bu meşgalelerle ilgilenmektedir. Kitabi bilgisi ve eğitimi çok yoktur. Utangaç ve çekingen bir mizacı vardır. O kadar dürüst bir insandır ki, bazen bu kadarının fazla olduğunu söyleyenler bile çıkar.
Birçok eski İstanbul hanımefendisine diksiyon dersi verebilecek kadar güzel, etkili ve yerinde konuşmalarıyla babaannem, akşamları oturduğu aşağı kattan bize geldiğinde, babamın anlattığı herhangi bir mesele karşısında, “ah işte benim oğlum, çocukluğunda da böyleydi” deyip gözyaşı dökecek kadar duygulanır. Gözlem yapmaya fazlasıyla açık zihnim, bu sahneleri hep bir sinema, öykü karesi olarak tasarlamıştır. Sonra babam, birçok kentli demokrattan daha demokrattır. Demokrasinin tanımını bilmez, ama adaletten yanadır her zaman. Ki demokrasi, adalet’in ancak çocuğu olabilir.
Babamı ilerleyen zamanlarda, belki hikayelere, denemelere, hatta bir kitaba konu edebilmeyi umuyorum. Bütün bunları anlatmamın nedeni, ulaşmak istediğim neticeyle ilgili. Bilginin mirası, kitapların mirasıyla ilgili. Bir babanın çocuğuna verebileceği en önemli şeyin ne olduğuyla alakalı genel anlamı ile…
Bu sahil kasabasının en merkezi yerinde en üst katta oturmak dışında evimiz sade bir evdir. Her zaman öyle oldu. On bir on iki yaşlarımdan itibaren, benim için en gizemli olan oda, misafir odasıydı. Daha öncesinde, bu “girilmesi yasak misafir odaları” hakkında birkaç farklı yazardan anekdotlar okuduğumu hatırlıyorum. Evet, bizim evde böyleydi nihayetinde. Vay efendim yerler kirlenir terlikle gir, oturma oraya koltuğu kirletme üstün temiz değildir gibi birçok cümleler kurardı annem.
“Yaşlılar ve çocuklar, hepsi doğal anarşist!” diyen yazar haklı bir söz etmiş. Ben de, inadına girer, her yeri karıştırırdım. Hatta birgün çekirdek kabuğu bile atmışlığım vardı odaya. Odada ilgimi çeken en büyük yer, vitrindi. Üçgen el işlerinin sarktığı bölmeler, içinde tabaklar, yemek takımları olan bu vitrinin ortası kitaplıktı. O yaşlarda, birçok kitabı okumaya çalışmış, ama doğusunu söylemek gerekirse pek bir şey anlamamıştım.
Bu kitapların başında, Muhammed El Behiy’in “Kur’an Ve Toplum” kitabı başta geliyordu. Birçok sayfasının altını çizmişim o günlerde. Ama yaş on bir on iki olunca, bu cümleleri çizme meselesi, bir özentinin, taklidin ifadedir herhalde diye düşünüyorum.
Birkaç yıl sonra, yani on beş yaşımda sanırım ilk olarak, Seyyid Kutub’un İslam – Kapitalizm çatışması ve Ali Şeriati’nin Medeniyet ve Modernizm kitabıyla başladı serüvenim. Özellikle Medeniyet Ve Modernizm kitabında, Şeraiti beni öylesine derinden etkilemişti ki… Amcamlarla yediğimiz yemeklerde, amcamın anlattığı siyasi, sosyal meselelere bende bir şeyler eklemek, söz almak isterdim hep. Ama kendime bir dayanak noktası bulamazdım. İşte bunu bulmuştum. Neden amcamın öyle konuştuğunu şimdi hem anlıyor, hemde onun gibi konuşmak istiyordum.
Bir sene sonra, okulda bilgisayar dersinde internete girmeyi öğrenince, ilk işim bir internet kafeye gidip google’a Ali Şeriati yazmak oldu. Ve onun o asil duruşuna, bakışlarına hayran kaldım. Bir yerde, babasının onun için söylediklerini okudum: ““Sanki Allah bunu kızıl Kale zindanlarında bir hücreye atılsın, etrafı kitaplarla dolsun, yanına bir kül tablası ve bol miktarda sigara konsun diye yaratmış.”
Uzun bir süre, haftalarca onun gibi bakmaya, neredeyse o olmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Ve hala, yazdığım üç beş şeydeki doğruluğun sebebini sağlayan ve hayattaki adalet duygusunu bana aşılayan metinlerin sahibini dönüp dönüp okurum. Allah’tan etrafımda “yahu bu adam şia’dır, okuma sakın bunları!” diyen birisi çıkmadı. Bütün çeviri hatalarına, yayınevlerinin ideolojisi doğrultusunda çeviride neredeyse yeniden yazılmış olmasına karşın bu kitaplar, birkaç İslamcı kuşağı etkilemiş ve seküler dünya imtihanlarında onlara İslami tezler sunmalarına yardımcı olmuştur. Türkiye Gazetesi’nin İslam Ansiklopedisi, Evliyalar Ansiklopedisi de, bana Tasavvufu kıssalarla sevdirmeyi başarmıştır. Şimdi görüyorum ki, gerçekten de, çocukluk dönemi, tohum dönemi. Bu bereketli tarlaya ne atarsanız o bitiyor istisnalar haricinde.
Sonraları, babama bu kitapları temin eden kişinin öğretmen bir arkadaşı olduğunu öğrendim. Onu duayla yad ediyorum. Sloganik, klasik cümleler kurmak istemiyorum, sadece şunu söylemek isterim ki; yıllar önce, okusun ve bilgilensin diye o öğretmen arkadaşının babama verdiği bu kitaplar, işte geldi ve beni buldu. Hayatımdaki ilk karşılaştığım ve okuduğum kitaplar olarak beni derinden etkilediler. Yani hiçbir şey sebepsiz değil. Sonuç bazen on yıllar sonra da gerçekleşse, hayırla düşünülen ve gerçekleştirilen bir düşünce, eylem, güzel vesilelere yol açıyor. Hatta bakın, şimdi, o öğretmenin o halis düşüncesi, birkaç neslin aydınlanmasına vesile olacak belki de. Yarın birgün bende evlatlarıma kitaplar bırakacağım. Onlar da tanıştıkları kitaplarla benzer tecrübeler yaşayacaklar. Ne diyelim: İnşallah.
Taha Süren / 2008 / Karabiga