
Kur’an akleden bir kalpten bahseder. Bu kalp, vücuda kan pompalayan kalp değildir. Bu kalp, düşünme kabiliyetine sahip insan benliğidir. Düşünceler de akleden kalbimize uğrayan misafirler gibidir. Onlar bizde kalmaya karar kıldıkları zaman -fıkhın ifadeleriyle mukim olduklarında- düşünme başlar.
Enis-i ruhum,
Mektubunu büyük bir heyecanla okudum. Aklıma bilge hikâyeci Mustafa Kutlu’nun Hüzün ve Tesadüf adlı kitabından bir bölüm geldi: “ Bir şey yap güzel olsun. Huzura vesile olsun, rikkate yol açsın. Şevk versin, hakikate işaret etsin.” Ümit ederim ki bu mektuplaşmalar bu alıntıdaki manaları tahakkuk ettirir.
Başlığa kısa bir değini yerinde olur zannımca, çünkü hayli girift. Kur’an akleden bir kalpten bahseder. Bu kalp, vücuda kan pompalayan kalp değildir. Bu kalp, düşünme kabiliyetine sahip insan benliğidir. Düşünceler de akleden kalbimize uğrayan misafirler gibidir. Onlar bizde kalmaya karar kıldıkları zaman -fıkhın ifadeleriyle mukim olduklarında- düşünme başlar. İfadeler biraz dağınık oldu ama bakmayın kusuruma.
Dönelim mevzuya. Eskiler düşünceyi müstakil bir eylem olarak görürlerdi. Vakitlerinin bir bölümünü tefekküre ayırırlardı. Zayıf da olsa bir hadiste bir saatlik tefekkürün bir yıllık nafile ibadete yeğlenmiş olması elbette bunda etkili. Rivayet olunur ki Hanefi mezhebi imamlarından Ebu Yusuf, talebeleriyle otururken bir ara gözlerini kapayarak düşüncelere dalar, talebeler hocalarının bir müddet sonra kalkıp namaz kıldığını görünce kemal-i edep ile sorarlar: “Hocam demin uyudunuz. Şimdiyse namaz kılıyorsunuz. ”Üstad “ Ben o uyuduğumu sandığınız sürede yüz küsur fıkıh meselesini çözüme kavuşturdum.” diyerek onların meraklarını hayrete dönüştürür. Şunu da dile getirmekte fayda mülahaza ediyorum ki düşünmek dün olduğu gibi bugün de zaruridir.
Yine bu meyanda Namık Kemal’in bir sözünü de burada zikretmeyi münasip görüyorum. Diyor ki Renan Müdafaanamesi’nin müellifi: “Ordularımızın inhidâmı [ağır mağlubiyeti] zamanından beri vücudum mezar, ruhum meyyit (ölü) haline girdi. Söylediğim lakırdılar Münkereyn’e (sorgu meleklerine) verilen cevaplar kadar zaruridir. (...) O zamana kadar her neye çalışırsam şevk ile çalışırdım, şimdi vazife sâikasıyla(sebebiyle) çalışıyorum”.
Menfada (sürgünde) bir ömür tüketmiş Osmanlının son şeyhülislamlarından meşhur Mevkiful-Akl adlı eserin müellifi, Mustafa Sabri Efendi’nin dudaklarından da şu ifadeler dökülür: “Bizim bu ümmetin kurtuluşu için sadece dünyamızdan değil ahiretimizden de vazgeçmemiz gerekir.” Mesele bu kadar can yakıcı... Ancak düşünmeyi müstakil bir eylem hâline getirebilmek için de peşinden koştuğumuz bir kısım meselelerimizin olması zaruret kabilinden.
İnsan zihni -kullandığım başlığa sadık kalarak akleden kalp mi demeliydim?- yeni fikirleri bünyesine alırken bu fikirleri önceki fikirlerle kıyaslayarak düşünme eylemini gerçekleştirir. Bunun içindir ki fikirler bazen çarpışır, bazen de diğer fikirlerle uyuşup anlaşır. Bizi onaylayan şeyleri daha kolay kabul ederiz.
Cemil Meriç, Namık Kemal’in bu ifadelerinden pek hoşlanmaz. Bu Ülke’de kıyasıya eleştirir onu. Ve fikirlerin çarpışmadan doğmayacağına hükmeder. “Namık Kemal: “Barika-i hakikat müsademe-i efkardan doğar” diyor. Hangi barika-i hakikat? Polemik zekaların savaşıymış. Zekalar birbiriyle savaşmaz. Kinlerin, peşin hükümlerin, gizli çıkarların savaşı. Ve her mübariz kendi cephesinde muzaffer.”
Bütün söylediklerimiz üzerine bir de düşüncenin bize gelmesi, biz de mukim (kalıcı, misafir değil) olması meselesi var. İşaret ettiğin gibi kitaplar her ne kadar düşüncelerin kapları olsa da o kaptakileri öyle bir nefeste kafaya dikmek kolay değil. (Zaten su en az üç yudumda içilir.) Bir de her misafir her eve gelmez. Öyle ya harabeye kim uğrar. Eğer misafir ağırlamaya talipsek o misafirleri karşılayan kavram adlı mihmandarlarımız olmalı. Kavram repertuarımız ne kadar geniş olursa o kadar çok misafire talibiz demektir. Bu da varlık denen o koca kitabın epeyce bir sayfasını anlayarak okumamıza yardımcı olur inşaallah.