
Çocuklarınızın ellerinden tutun, bu adamı "örnek insan" olarak gösterin. Hiç çekinmeyin. Zira o inandığını yazdı, yazdığını temsil etti. Sevenlerini utandırmadı. Evlatlarınıza deyin ki: Bu bir dava adamıdır; kendini aşmış bir dava adamı! Ve bir milletin geleceğine ancak böyle dava adamları yön verebilir!
Derdimi Seviyorum
“Dinde üstadım, Bediüzzaman’dır. Edebiyatta üstadım, Necip Fazıl’dır. Dava yolunda bana hız veren Nazım Hikmet’tir, Aziz Nesin’dir.”
Tesadüfen açılmış bir radyo programında duyuyorum bu cümleleri. Konuşanın kim olduğunu bilmiyorum. Yaşlı olduğu ses tonundan anlaşılıyor. Ancak gürül gürül bir heyecan hemen hissettiriyor kendini. Sonra Bediüzzaman’ın dava yolunda çektiği çilelerden söz ediyor; Necip Fazıl’dan dava bilincini keskinleştiren şiirler okuyor; Nazım Hikmet ve Aziz Nesin’in batıl davaları uğruna nasıl fedakârlıklarda bulunduklarının örneklerini veriyor.
Konuşma devam edip giderken, ben “Kim bu insan?” merakını atamıyorum zihnimden. Benim için söylenen sözlerden çok söyleyen önemli. Hele bu tür, yüreğimin tam ortasına mızrak gibi saplanan sözleri söyleyen biriyse! Nihayet spiker, konuğunun Hekimoğlu İsmail olduğunu söyleyip bitiriyor programını. Uzun zamandır hasta olduğunu bildiğim bu büyük insanın söylediklerini tekrar zihnimden geçirip yeniden anlamlandırmaya çalışıyorum.
Zor zamanlar büyük insanların neşvü nema bulmaları için mümbit topraklar gibidir. O günlerde tebellür eder sağlam karakterli, asil insanlar. Geçtiğimiz yüzyıl işte böyle bir zor zaman dilimi olmuş Müslümanlar için. Zulme, haksızlığa uğramış inananlar. Bu zor zamanlar, zulme isyan eden, yapılan haksızlıklara inat, kavgaya atılan cefakâr insanları doğurmuş.
Hekimoğlu İsmail de onlardan biri. “Biz, diyor: Kavga ettik. Osmanlıca yasak olduğunda biz Osmanlıca yazdık. Okumak yasaklandığında biz Kur`an dağıttık ve Kur`an kursları açtırdık. Devlet din adına neyi yasak ettiyse biz onun üstüne gittik.” (Yeni Şafak, 23.08.2009)
Hekimoğlu İsmail müstearını kullanan Ömer Okçu, İslam’ın öksüz kaldığı bir dönemde iman davasına büyük hizmet etmiş bir ağabey. Askeriyede görevli olmasına rağmen, hak bildiği davaya sarılmış, zorluk, sıkıntı ve çilelere göğüs germeyi bilmiş bir “dertli insan”. Ömrü boyunca, derdini sevmiş, sevdası uğruna fedakârlık yapmayı zevk addetmiş bir dava adamı. Tıpkı kendilerinden ruh, heyecan ve hız aldığı üstadları Bediüzzaman, Necip Fazıl gibi. Belki onların bizim nesle gönderdiği bir mektup; onlardan bir yâdigâr bize…
Bir yazısında anlattığı bir rüya adeta hayat serencamını özetliyor Hekimoğlu’nun. Hayat serencamını, yani davasını, derdini ve çilesini…
“1950 yılında bir rüya gördüm. Trende gidiyorum. Dediler ki: "Bediüzzaman Said Nursi de, bu trende seyahat ediyor." "Hemen fırladım, Bediüzzaman`ın yanına gitmeye koyuldum. Üçüncü mevki bir kompartımanda sekiz kişi oturmuş, pencerenin dibinde de Bediüzzaman Hazretleri vardı. Ben içeri girip, Üstad`ın lini öpmek istedim. Fakat kapının önündeki adam hemen ayağa kalktı, beni göğüsleyerek dışarı çıkardı:
"Sen kimsin?" dedi. Ben de, "Risale-i Nur dağıtıyorum" diye cevap verdim. Bu sözümü duyan Bediüzzaman dışarı çıktı. Koridorda onunla karşı karşıya geldik. Bediüzzaman`ın elini tuttum, öpmeye başladım. İki defa öptüm. Bu sırada Bediüzzaman gayet sinirli bir şekilde bağırdı: "Elimi öp, şekeri öpme!"
Dikkat ettim, Bediüzzaman`ın avucunun içi şeker doluydu. Ben de iki defa bu şekerleri öpmüşüm. Üçüncüsünde Bediüzzaman`ın elini öptüm ve uyandım... Rüyayı kendim tabir ettim: Şimdi ben bu hizmetin şekerleme tarafındayım fakat çileli zamanlar da gelecek...
Nitekim öyle oldu... Mahkemelerde, hapishanelerde, karakollarda dolaştırıldım. Allah`ın lütfuyla tahkiki iman derslerinden geri kalmadım.” (Zaman, 20.06.2009)
Hak bildiği davaya sarılmış, zorluk, sıkıntı ve çilelere göğüs germeyi bilmiş bir “dertli insan”. Ömrü boyunca, derdini sevmiş, sevdası uğruna fedakârlık yapmayı zevk addetmiş bir dava adamı. Tıpkı kendilerinden ruh, heyecan ve hız aldığı üstadları Bediüzzaman, Necip Fazıl gibi.
Hani bir söz vardır: Uçurtmalar rüzgâr yönünde değil, rüzgâra karşı uçtukları için yükselirler. Herkes bir yöne giderken, birileri çıkar, kollarını makas gibi açarak; bu yol çıkmaz sokak, deyiverirler. O sözü söylemek cesaret ister tabii, yürek ister. Belli şeylerden feragat ister.
Nitekim onu yakından tanıyan Nevzat Tarhan şöyle diyor: “Askerde cesur olmak öğretilir. İlimle cesaretin onda birleştiğini gördük.” Bunu Hekimoğlu İsmail’in 1990’lı yıllarda Harp Okuluna İmam Hatip Lisesi öğrencisi alınmamasını eleştiren bir yazısı nedeniyle mahkûm olması üzerine söylüyor.
Ve şöyle devam ediyor: “Şile cezaevinde demir parmaklıklar arasındaki resmi halen hafızalardadır. Şimdi hiç suç olmayacak o yazısı, o günlerde düşünce suçu sayılıyordu. Ancak onun o demirler arkasındaki mahzun ama huzurlu hali, Minyeli Abdullah’ın hayata yansıması gibi idi. Muhakkak gayb âlemi onu alkışlıyordu.”
Minyeli Abdullah
Erol Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri’nde: “Roman kadar insanı etkileyen, ona yön veren bir başka edebi ürün daha yoktur” der. Ve devam eder: “Dostoyevski’nin, Tolstoy’un dünya klasikleri diye bildiğimiz eserleri, aslında Hıristiyanlığın propagandasından başka şeyler değillerdir.”
Örnek olarak, Victor Hugo’nun Sefiller’inde, bir papaz karakteri vardır. Bu papaz, misafir olduğu kilisenin şamdanlarını çalan adamı ele vermeyecek derecede insancıl biridir. Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inde çevresine sevgi ve esenlik dağıtan bir Alyoşa karakteri vardır. Koyu bir Hıristiyan olan genç Alyoşa tam bir iyilik meleğidir. Bunları okuyup etkilenmeyecek insan azdır, kanaatindeyim.
Ülkemizde bu gerçeğin farkına ilk varanlardan biri olmuştur, Hekimoğlu İsmail. Hakiki bir Müslümanı tasvir amaçlı yazdığı Minyeli Abdullah romanı, elden ele, kuşaktan kuşağa dolaşmıştır. Belki bu roman kadar kitleleri etkileyen, insanlar üzerinde derin izler bırakan bir ikincisi daha yazılmamıştır. Kuşkusuz bu ve daha sonra yazılacak olan Huzur Sokağı, Bize Nasıl Kıydınız gibi romanlar, 70’li 80’li yıllarda İslâmî bir bilincin oluşumunda bir kıvılcım etkisi oluşturmuştur. Daha sonraki yıllarda da bu romanlar İslamî uyanışı besleyen ciddi bir damar ola gelmiştir.
Ben romanı 17 yaşımda elime aldığımda, roman yazılalı 35 sene olmuştu. Ancak o günlerde de aynı heyecanı bırakıyordu biz gençler üzerinde. İnanıyorum ki elli yılını geride bırakan roman, hala güçlü fırtınalar koparıyordur, gençlerin üzerinde.
Peki, kimdir Minyeli Abdullah? Aslında romana ilk verilen isim Ankaralı Abdullah’tır. Yazarı da Ömer Okçu. Ancak o zamanki ortam, ne romanın bu isimle çıkması için müsaittir, ne de yazarının gerçek adıyla. İşte o zor şartlar, iki kahramanı doğurur; Minyeli Abdullah’ı ve Hekimoğlu İsmail’i. Roman çok zor şartlar altında yazılmış, yazılan sayfalar, kuyularda, buzdolabı altlarında saklanmıştır. Anlayacağımız zor bir doğum olmuştur.
Nevzat Tarhan’ın deyişiyle, Hekimoğlu İsmail; Minyeli Abdullah romanında model bir hayatı anlatıyor, sanki Hz. Mevlana bugün yaşasa öyle davranırdı diyorsunuz. Ailesi ile komşusu ile kurulu düzenle yaşadığı zorlukları ve barışçıl, şefkatli, samimiyet dolu, tefekkür ve akıl odaklı yaklaşımları romanlaştırıyor.
Roman, Mısır’da yaşayan, dini bütün, samimi, şefkat ve merhamet dolu bir insanı anlatsa da, ne romanın kahramanı ne yaşanan olaylar, ülkemize uzak değildir. Her roman, her hikâye mutlaka yazarının hayatından izler taşır. Hekimoğlu İsmail ile Minyeli Abdullah, birbirinden ayrı kişilikler değildir aslında. Aynı şahsın değişik isimleridir.
Minyeli Abdullah tefekkürünün ve durduğu yerin çilesini çekmiş; gün gelmiş yokluğu, gün gelmiş varlığı tatmış bir insandır. Ancak onun karakterinde hiçbir değişiklik olmamış, Hak bildiği yolda dosdoğru yürüyebilmiştir. Tıpkı romanının yazarı Hekimoğlu İsmail gibi. Romandan önceki hayatı bir tarafa, o, kitleleri peşinde sürükleyen bu karakterin elli yıldır, yaşayan bir modeli olmuştur.
Hekimoğlu İsmail hasta olmasına rağmen, tekrar ayağa kalkabileceği, tekrar hizmete koşabileceği ümidini taşıyor. 77 yaşında, geride 57 kitap bırakıyor. Konuşmalarında ne bıkkınlık, ne yorgunluk seziliyor. Bu hâliyle, aslında yeni nesle bir ufuk gösteriyor. Yapılması gereken çok iş olduğunu, aşılması gereken çok menzil bulunduğunu hatırlatıyor. Yazılması gereken yeni romanların, hikâyelerin ilhamını veriyor belki. İslam’ın daha gür seslerle ve değişik vasıtalarla anlatılması gerektiği mesajını veriyor.
Yazımı bitirirken ben de kendilerine Allah’tan sağlık afiyet diliyor, Ekrem Dumanlı’nın şu sözlerine kulak verilmesini salık veriyorum:
“Onun en güzel meziyeti samimiyeti. Çocuklarınızın ellerinden tutun, bu adamı "örnek insan" olarak gösterin. Hiç çekinmeyin. Zira o inandığını yazdı, yazdığını temsil etti. Sevenlerini utandırmadı. Evlatlarınıza deyin ki: "Bu bir dava adamıdır; kendini aşmış bir dava adamı! Ve bir milletin geleceğine ancak böyle dava adamları yön verebilir!"