Tekrar söylemek gerekirse, Müslüman bir sinema üretme iddiası için Zeki Demirkubuz önemsenmeli... Çünkü bugünün dünyasında görselden başka bir şey tanımayan, görmediğine inanmayan insanoğlu için sinema en geçerli ve yürünebilir yoldur.
"Filmlerimin özünde inanç arayışı var..." Zeki Demirkubuz
ki haftadır Zeki Demirkubuz`un sinema filmlerini izliyorum. Bunun yanında "Kader: Zeki Demirkubuz" isimli, kendisiyle yapılmış röportajlardan oluşan kitabını okuyorum bir yandan da... Demirkubuz, gençliğinde, yirmili yaşlarında birçok ili gezerek işportacılık yapmış, birçok işte çalışmış, genç yaşta "sokağın dili"ne vakıf olmuş bir yönetmen.
Sinemaya "tesadüfen" başladığını söylüyor. Geçtiğimiz ay kaybettiğimiz usta yönetmen Zeki Öktem`e birkaç öykü vermiş okuması için zamanında... Öyküleri beğenmemiş Öktem, ama ona setlere gelmesini teklif etmiş. Buradan başlayan macera onu sürükleyip sinema yoluna sokmuş ve bugün Türkiye`nin en tanınan yönetmenlerinden biri Demirkubuz... Tabii, "Tanınmak"... Bu kelimenin eşit değeri ahlaken sıfırdır bu ülkede, ne kadar tanınırsanız o kadar kire pasa bulaşma riskiniz artmıştır. Çünkü sanat delilerin mesleğidir ve "akîl adamlarımız"ı ikna etmeden delirmeniz pek mümkün değildir. Başka türlü delirirsiniz belki, delirmenize izin verildiği ölçüde kotalı bir delirme... "Sanat, Allah`ı arama işi" diyor Necip Fazıl. Kesinlikle.
Ama Allah`ı arama kolay değil, hele ki Allah`ın tecellileri her yerde ise ve buna rağmen gözümüz perdeli ise bu daha zor... Dünyadaki her yolun Allah`la bizim aramızdaki bir iletişim, bir köprü olduğuna inanıyorum. Buna kötülük de dahil. İyilik, açık birşeydir, iyilik yapmak, iyilikte bulunmak için bir üst bilince, kurguya ihtiyaç duymayız. Ama gelgelelim "kötü" başlı başına bir kurgudur. Zihnimizle, eylemimizle tasarlarız onu. Bir kötülük gerçekleştirdiğimizde de ya vicdan azabı duyarız ya da tövbe ederiz. Bu anlamda, kötülükte insan için bir basamaktır. Kötülüğü idealize ettiğim falan düşünülüp büyük bir yanlış anlamaya sebebiyet vermiyorumdur umarım... Demek istediğim, herşeyin zıddıyla kaim olduğu dünyada iyiliğin karşısında kötülük var ve insanlar kötülüğü yapıyorlar... Bu kötülükler nasıl ortaya çıkıyor? İnsani ve toplumsal sebepler nelerdir? Kısacası dünyaya gözünü açan bir bebek büyür büyür de yetişkin olunca neden "kötülük yapma" ihtiyacını hisseder?..
İşte Demirkubuz, sinemasında bu sorulara cevap bulmaya çalışıyor. Vahiy, Nebevi mesaj, bize hayat hakkında gerekli bilgileri vermiştir, bunda şüphe yoktur. Ancak; insan, aciz bir varlık... Bu acziyet herşeyi birden kavramaya yetmeyecek kadar sınırlı. Yani günlük bir işimizde, uğraşımızdaki bir meselenin seçimi konusunda bile ne kadar sıkıntı yaşıyoruz öyle değil mi? Nitekim hayat dediğimiz şey de günlük seçimlerimizin bir adı...
Demirkubuz, "insanı anlamak istiyorum" diyor. Bunun için sinema yapıyor ve bir mesaj verme ya da insanlara bir şey öğretme kaygısında değil. Herkes gibi sebepleri yaşıyor ve sonuçlardan bir ders çıkarıyor. Ama hayatın derslerini vermek oldukça zor, herkes kendi hayatından bunu bilir. Sonuçta sinema dediğimiz şey de bir kurgu, bir öykü... Zeki Demirkubuz, sinemasında bir olay örgüsüne, kurguya gidiyor ancak sahneleri, diyalogları olabildiğince ham bir şekilde, gündelik kullanımıyla aktarıyor. Örneğin Bekleme Odası filminde ışık kullanmayıp olabildiğince doğallığı sağlamak gibi.
Kullandığı oyuncular genellikle halktan insanlar, başrollerde ise daha çok geçmişte yardımcı rollerde oynamış oyuncuları tercih ediyor. Demirkubuz`un "anlama çabası"nda karşısına çıkan ilk şey edebiyat olmuş. İşportacılık için gittiği şehirlerde hep küçük otel odalarında kalmış. Bu zamanlarında klasikleri okumuş, aynı zamanda kısa öyküler yazmaya başlamış. Bu yanıyla, edebiyatla uğraşmış bir yönetmenin değerinin kat kat arttığını söyleyebiliriz. Dostoyevski, Camus onun için vazgeçilmez iki kahraman. Senaryolarının ana temasında, gölgesinde bu isimlere rastlamamak elde değil. Örneğin Bekleme Odasında Raskolnikov`a, Yazgı`da Camus (yabancı)`a... Zeki Demirkubuz ve sinemasını önemsemenin, takip etmenin islâmcıların üzerine bir kifayet olduğunu düşünüyorum. Hem de büyük bir kifayet...
Tam da şunun için; Demirkubuz`un da hayranlık derecesinde sevdiği Nietsche hakkında Yusuf Kaplan Genç Dergisi`ndeki bir konferansında şunu söylemişti: "Nietsche, kalkış noktasından varış noktasına giden, sonra yine kalkış noktasına dönen adamdır..." Yani; eşittir, insan kendisini çözemez!.. Nitekim Ayet-î Kerime`de geçtiği gibi: "Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki: “Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir." (İsrâ/85) Peki Demirkubuz`un da, diğer sanatçılarında derdi nedir? Sanıyoruz ki, bir ateist hiçbir şeye inanmaz. Oysa Allah`a inanmamakla o insan kendi içinde bir direnç oluşturuyor, bu kadar delile, varlığa rağmen bu direnci oluşturan bir insanın iç dünyasını düşünebiliyor musunuz? Ne kadar gergin bir dünya ve sürekli siperde... Yani "inanmama inancını" taşıyor bir ateist de bu bakımdan. Onun için herkes kendi içinde doğru - yanlış bir dayanak buluyor. İşte sanatlarını da bu dayanak üzerine bina ediyorlar. Zeki Demirkubuz ve -ondan bir basamak aşağıda tutmam gereken- pozitivist sanatçılar (yönetmen, şair, yazar) buldukları dayanaklarla ancak ve ancak çıktıkları yola geri dönüyorlar, yani insana... Mustafa İslâmoğlu; “Umut hovardalığından daha beter bir hovardalık bilmiyorum” diyor. Umut ediyorlar ki, "bu defa olacak..."
Tekrar söylemek gerekirse, Müslüman bir sinema üretme iddiası için Zeki Demirkubuz önemsenmeli... Çünkü bugünün dünyasında görselden başka bir şey tanımayan, görmediğine inanmayan insanoğlu için sinema en geçerli ve yürünebilir yoldur. Gidelim ve Zeki Demirkubuz`dan kopya çekerek filmler yapalım mantığıyla değil; en azından insandan hedefe ulaşmış ama yine insana dönmüş bu "tutunamayan"dan öğreneceğimiz epey şey olduğunu bilerek yeni adımlar atalım diyorum. Tabii böyle dertleri olanlar varsa...