İbrahim Fevzi
Serdar Tuncer. Şair. Sesiyle de şair! Çelebi bir ‘Genç’ desek yanlış olmaz. Duruşuyla, konuşmalarıyla, yaptığı TV programları, albümleriyle, medyanın geniş bir yelpazesinde çalışmaya, üretmeye devam ediyor...
Biz Genç Dergi olarak, ‘Dert Çağrısı’ başlığı altında, genç arkadaşlarımızın, hepimizin kendimize dertler edinmemiz gerektiğini ifade ediyoruz. Bu röportajı yapmak da, bu ‘dert çağrısının’ bir imkânıdır. Televizyonu açınca, şiirlerinizi dinleyince, sizde de bu dert çağrısına ortak şeyler görüyoruz.
Bunun adına ister rol model de, istersen idealize edilmiş örnek şahsiyet de, kahraman de, bu kişi, ‘ben böyle olacağım’ diye oraya gelmemiştir. Tarih boyunca hiçbir kahraman ben kahraman olacağım diye kahraman olmamıştır.
Bir hedef yok mudur?
Hedef vardır. Ama hedef ‘bir şey yapmaktır.’ Zannediyorum ki, Selahaddin-i Eyyubî’nin derdi kahraman olmak değil, Allah rızası için Kudüs’ün fethini gerçekleştirmekti. Ama Napolyon’un derdi, ihtirasları ve çıkarları için bir yerleri ele geçirmekti. Ama sonuçta, ikisi de muzaffer bir komutandır, iki kahramandır. Ama sebepler farklıdır. Birinde, tamamen nefsani istekler. Diğerinde ise, tamamen Rahmani ‘dertler’ vardır. Burada aslında idealle derdi de ayırıyoruz. Yeniden ifade edersek: Ben böyle olacağım diye olunmaz, aksine ‘ben kimim ki, o bana atfedilen özelliklere sahip olabileyim?’ demek gerekir. Küçüldükçe büyürüz. Yokluğa talip olundukça Allah bizi var eder. Haddimizi bildikçe, bizi bir başkalarına bildirir. Biz, O’nu sevdikçe, bizi başkalarına sevdirir. “Allah bir kulu sevdi mi, onu mahlukata sevmelerini emreder.” buyurur Peygamber Efendimiz (S.A.V) Dolayısıyla, ister televizyoncu olsun,........
Sanat camiasında bu görülür. Okuyucularına, onu ‘örnek alanlara’ sırt çevirirler. Şöhretle birlikte afeti yaşayanları görmedik değil Müslümanların arasında da…
Meşhur bir adamım, ekrana çıkıyorum vs. Hemen etrafına üç beş kişi toplanıyor. ‘Üstat siz muhteşemsiniz, çok iyisiniz!’ diyorlar. Bir süre bu insan estağfirullah der. Sonraları bu sayı otuz kırkı buldukça ‘bu kadar insan da, yanılıyor olamaz, bende de bir şeyler var’ demeye başlar. Üç yüz, dört yüz oldukça ‘bu işi ben biliyorum, bu işi gelip bir de bana sorsunlar’ kıvamına gelir. Üç bin, dört bine gelince de, artık kendini üstat ilan eder. İşte bu, şöhretin afet getirdiği andır.
Bir de çıtayı şuraya koymak var: Benim hedefim, Türkiye’nin en büyük televizyoncusu olmak değil, yazarı, şairi olmak değil benim hedefi m: Önünde iki büklüm durdukça, dosdoğru olabileceğim bir Sultan’a bendelik edebilmek. Hedefi niz bu olduğu vakit, kırk bin kişi değil, dört milyon kişi çıksa ve size üstat diye bağırsa, siz kendinize o insanların değil de, o zatın gözüyle bakarsınız. Ve sürekli bir yokluk doğar, sürekli bir mahviyet doğar. Bütün dünya sizin isminizi bağırsa, onun dudağından bir kere isminizi duymak çok daha kıymetli hale gelir.
“Bugünün dünyasında, tevazu sahibi olun, Allah sizi o zaman yükseltir!” Peki, günlük hayatımızda, sokakta, ofiste, dünyalık manada, rasyonel kafayla bir ‘ifadesi’ var mı bunun? Bütün bu söylediklerinizi sürdürmek istiyorum diyelim. Bir gün, iki gün, üç gün… Dördüncü gün çark etmeye başlamıyor muyuz?
Güzel bir yere geldik. Tevazunun içini nasıl doldurduğumuz önemli. Tevazu, dışa doğru şov yapılan bir şey değildir. İçe doğru yapılan bir şeydir. Sizin tevazunuzu bir başkasının fark etmesi icap etmez, takdir etmesi de gerekmez. Tevazu, dilin değil, kalbin amelidir derler. Dilin estağfi rullah deyip kalbin ‘ben, ben, ben’ diyorsa, yere batsın öyle tevazu! Dışarıya karşı, iki şeyle karıştırılıyor: Vakur olmakla, mütevazı olmak. İzzetle tevazu… Bu ikisi, birbiriyle çelişen şeyler değildir. İnsan, vakarından taviz vermeden tevazu sahibi olur. İzzetine halel getirmeden tevazu sahibi olur. Böyle olduğu zaman, ‘ahir zaman, seküler kafa’ ne dersen de, bunlarla çelişen bir tarafı yok işte bunun. Birilerine şov yapmıyorsun. Baştan kaybettin sen böyle yapıyorsan. Allah, seni tevazu sahibi oldukça yükseltir. Ha, yükseltmeyebilir de. Mal, mülk, tasarruf O’nun. Her kendisi için alçalanı yüceltecektir diye de bir kaide yoktur. Adetullahtır, ama istisna oldu mu, ‘niye böyle oldu?’ deme hakkına da kimse sahip değildir.
Eskiden, derviş gider, bir kapıya bağlanırmış. Bugün bunu insanlar ‘hayat dairesinden çıkmak’ olarak anlıyorlar…
Sekiz yüz yıl önce tasavvuf şu idi: Derviş kalkacak, medreseye gidecek. Sekiz on senesini dirsek çürüterek geçirecek, on iki ilimden icazet alacak, sonrasında istihareye yatacak, kendisine bir yer işaret edilecek, o yere gidince o zat soracak: ‘Evladım, kaza borcunuz var mı? Halledin öyle gelin!’ diyecek. Kul hakkın var mı? Filan ilimleri tedris ettiniz mi? diyecek, hepsini halledip öyle geleceksin. Sonra diyecek ki: ‘Şurada iki üç sene bir su taşı bakayım.’ Peşinden intisap olacak, bir takım dersler talim edecek, yani ömür verilesi bir iş. Hz. Cüneyd, kırk senedir demiş bu süreç için. O gün, bu iş böyleymiş. Bugün bu iş hâlâ böyle olsa, piyasada derviş bulamazsın. Bugün de bulamıyorsun ayrı dava! Ama şimdi devir, iman kurtarma devridir. Evliyaullah, bütün rahmet kanatlarını açmış, kendisine gelene diyor ki: Hoş geldin… Dünün, en uzaktan seven muhibbi, bugün yaşasa, bir evliyanın kapısında halife olur. En uzaktan sevenden bahsediyoruz. Bugünün ise, en has dervişini o günlerde olsa tekkenin kapısından içeriye almazlardı. Gene aynı yere geldik işte: Ahir zaman. Böyle olunca işte, insan bulur, merhamet ediyorlar çünkü. Tasavvufu artık kapalı kapılar ardında konuşmaktan vazgeçmeliyiz. Dün nasıl ki Mevlanalar varsa, bugün de var! Yunus varsa dün, bugün de Yunuslar vardır. İş azıcık erkek olup, onları bulmakta, az daha gayretli erkek olup önünde diz çökmektir.
Güncelden bahsedelim biraz isterseniz, şu sıralar hangi işlerle meşgulsünüz? TRT ekranlarında yayınlanan ramazan programınız çok sevilmişti.
BİR HİLAL UĞRUNA
Ramazanı geride bıraktık. Uzunca bir yorgunluk tabi bizim için. Onun peşinden, bu sene İstiklal Marşımızın kabulünün yıldönümü. Bu vesileyle Mehmet Akif Yılı ilan edildi. Biz de, Akif’in Safahat’ından on tane şiir seçip bir albüm yaptık. Aralık ayının sonlarında piyasada olacak. Albümü de Genç Dergi’nin okurları, genç kardeşlerim edinebilirler. Beş şiirde, bir ilki kullandık, düet yaptık. Bu isimler: Ahmet Özhan, Orhan Hakalmaz, Sami Özer, Ertuğrul Erkişi, Mustafa Demirci. Gönülleriyle, sanatlarıyla çok güzel işler kattılar, sağ olsunlar.
Tasavvufu artık kapalı kapılar ardında konuşmaktan vazgeçmeliyiz. Dün nasıl ki Mevlanalar varsa, bugün de var! Yunus varsa dün, bugün de Yunuslar vardır. İş azıcık erkek olup, onları bulmakta, az daha gayretli erkek olup önünde diz çökmektir.
Ramazan hususuna gelince, beni rahatsız eden bir durum da gerçekleşti. Ramazanlık muamelesi görmem. Yani ‘bu adam güllaç gibi, imsakiye gibi bir şeydir, Ramazan’da ekrana çıkar’ algısı. Dini anlatan adam, Ramazan’da ekrana çıksın dediğiniz zaman dini Ramazan’a hapsetmiş oluyorsunuz. Yılın her ayında, önceliğimiz Rabbimize kul olabilmektir. Sadıklarla, salihlerle beraber olmak gerekir. Çıtayı yüksek tutmak gerekir.
Hedefleriniz var mı? İleride şunu yapacağım dediğiniz?
İradesine tabi olduğum zatın, muradını daha kaliteli nasıl gerçekleştirebilirim? Hedefi m, derdim bu. Müslümanın, hedefl eri farklı farklı olsa da, kaliteli olma gibi bir hedefi , derdi olması lazım. Bakkalsa, en iyi bakkal o olacak, doktorsa en iyi doktor… Bunu dert edinecek. İyi ve kaliteli yapmak zorundayız. Bunu da, Allah rızası için yapmayı öncelemeliyiz, şahsi menfaatler için değil.