Halis Musa Gökhan
Aldım makineyi elime, çektim fotoğrafı. Herkes gibi. Bugün fotoğraf çekmek saniyeler alan bir iş olsa da aynı zamanda dijital dünyada profesyonel yaşamın önemli bir parçası ve spesifik bir uğraş. Biz de bu düşünceyle fotoğraf eğitmeni Zübeyir Süğlün ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Fotoğrafçılığa başlama serüvenini, İstanbul’un ne manaya geldiğini, profesyonel fotoğrafçılığı ve projelerini sorduk, keyifli okumalar dileriz…
Zübeyir Süğlün’ü biraz tanıyabilir miyiz? Kimdir, memleketi neresidir, ne iş yapar?
Memleketim Denizli. Okumak için Mersin’e gittim. Almanca Tercümanlık Bölümü’nü okudum. Sonrasında fotoğrafçılık ile tanıştım. Ardından İstanbul’a geldim. Şu anda ise özel bir eğitim kurumunda fotoğraf eğitmenliği yapıyorum. Moda fotoğrafı ve yemek fotoğrafı üzerine çalışıyorum. Profesyonellik alanlarım bunlar ama öncesinde ajanslarda da çalışmıştım. Hepsinin sonucunda buralara geldim. Yaş da 30 oldu bu sırada tabii.
Fotoğraf makinesi ile tanışman nasıl oldu? İçine bir anda aşk mı geldi? Yoksa birisinin tavsiyesi mi oldu? Ya da birisinden görerek mi başladın?
Bir sabah uyandım, bir baktım ISO falan bütün ayarları öğrenmişim bir anda. Şaka bir yana ben geçmişten beri seviyordum fotoğraf çekmeyi. Abim de fotoğrafçı zaten. O da manzara fotoğrafları çekmeyi sever. Ben de üniversiteye başladığım ilk yıllarda burslarımdan biraz para biriktirdim. O parayla başlangıç için bir makine almak istedim. Abim bu işleri bildiği için ona söyledim. O da “Sana istersen yarı profesyonel bir şey alalım. Belki ileride mesleğe dönüştürürsün” dedi. Düşündüm ama hiç mantıklı gelmedi bu bana. Almanca tercümanlık okuyorum, ne mesleği falan diye düşünmüştüm. Gelgelelim hoşuma da gitti bir yandan. Öylelikle yarı profesyonel makine aldım.
Makine ile çekimlere başlamadan evvel cep telefonları ile çekime ilgiliydim ufak tefek. Timurtaş Onan “Eğer bu işi seviyorsanız, para da kazanmak istiyorsanız…” Çünkü ekipmanlar pahalı. “İstanbul’da yaşamanız lazım.” demişti. Yine o sıra Lütfi Arslan Abi ile tanıştım ama ben makineyi alalı altı ay olmuş, hoşuma da gidiyor, çekiyorum bol bol. Lütfi Abiler İstanbul’dan Mersin’e söyleşiye geldiler. Ben de Mersin’deyim tabii. Fotoğrafçılığa merakımı duyunca, İstanbul’a gelme ihtimalim üzerine “Biz sahip çıkarız, dergide de fotoğrafçılık yapabilirsiniz.” gibi bir şey söyledi. Ben de hemen sınava girdim. Birinci sıraya İstanbul Üniversitesi’ni yazdım, ikinci sıraya Marmara Üniversitesi’ni. Başka tercih yapmadım. “Gelirse buralar gelsin, gelmezse burada (Mersin’de) devam” gibi düşündüm. İstanbul Üniversitesi’ni kazandım, iyi ki de oldu. Kazandığım gibi Lütfi Abiyi aradım. “Abi” dedim, “Oldu, geliyorum.” Sözünde durdu Lütfi Abi, sağ olsun. İlk olarak zaten İstanbul’da fotoğrafçılığa Genç Dergi’de başladım.
Peki senin amatörlükten profesyonelliğe geçişin, abinin aldığı kamera ile mi oldu? Hangi döneme denk geldi?
Önce bir amatörlükle profesyonelliği konuşalım isterim. Sonrasında o geçişi konuşabiliriz. Türkiye’de amatör denildiği zaman bu işi çok iyi bilmeyen insanlar, profesyonel denildiğinde de bu işi çok iyi bilen ve yıllardır yapan insanlar anlaşılıyor. Ama aslında öyle değil. Mesela amatör olup da profesyonelden çok daha iyi işler çıkaran insanlar söz konusu. Şöyle de bir bakış açısı var, bu meslekten para kazandığında profesyonel oluyormuşsun gibi düşünülüyor. Ama tabi ki profesyonellik sadece para kazanma ile olmuyor. Çünkü siz de her defasında yeni şeyler öğrenebiliyorsunuz. Yani profesyonel olmak için belirli teknik donanıma sahip olmak gerekiyor ve elbette para da kazanmak gerekiyor.
Genç Dergi’den sonra profesyonelliğe geçişim oldu diyebilirim. Öncesinde de yapıyordum zaten ama esas anlamda bunu tarih gösterebilirim. Sonrasında bir ajansa kaydoldum. Ajansta iken birçok alanda çekim yapıyorduk. Bu, fotoğrafçılık alanında kendimi tanımama da vesile oldu. Çünkü farklı alan çekimleri ile sürekli bir koşturma içerisindeydim. Genç Dergi’de de aynı durum söz konusuydu. Yapılan etkinlikler, röportajlar vs. Bu durum bir süre sonra belirli bir alan seçme zorunluluğunu hissettirdi. Böylece ajansın bütün fotoğraf işlerini yapmaya başladım. Kendimi artık profesyonel bir fotoğrafçı olarak görüyordum. Orada ilk kataloğum çıktı, ilk çocuğunmuş gibi oluyor. Fotoğrafların basılı halini görmek çok başka bir heyecan, bambaşka bir duygu. Ya da benzer şekilde Genç Dergi’de ilk fotoğrafımın basılışı… Bakıyorum, benim fotoğrafım dergide.
Peki yurt dışına çekime gitme imkânın oldu mu hiç? Nereye gittin?
Evet oldu. Ben özellikle Orta Asya’yı çok seviyorum. Orta Asya’da gitmediğim yer kalmadı neredeyse, Türkmenistan hariç. Oraya da çok kişi gidemiyor zaten malum.
Gittiğin ülkeler senin hayata ve mesleğine bakış açında ne gibi farklılıklar yarattı?
Her şeyden önce, “dünya” diye bir yer var. Biz kendimizi İstanbul’da konumlandırıyoruz. Bundan dolayı kendi yaşadığımız yeri dünya sanmaya başlıyoruz. Ama hayır. Onun dışında da bir dünya, bir alem var. Bunu ancak gidip görünce fark edebiliyoruz. Hatta ben ilk başta Denizli’den Mersin’e gidince, “Aa Denizli ne kadar güzel bir yermiş, Mersin de güzelmiş...” diyordum. İstanbul’a geliyorum mesela, “İstanbul da çok güzelmiş, en güzeli burasıymış. Daha güzeli olamaz kesinlikle” falan diyordum.
Bir fotoğrafçının hikayesini anlatayım size. Denizli’de Buldan diye bir ilçe var. Orada birisine Denizli’deki güzel yerleri soruyorlar, Denizli dosyası yapacaklar. O kişi de anlatıyor, “Boldan Gölü, şöyle güzeldir, böyle güzeldir.” Bu anlatımlardan sonra sanırsın Marmara Denizi… Onlar da gidiyorlar ama orası da öyle bir yol ki dağın tepesi. Döne döne yollarda, yarım saatte çıkılıyor. İstanbul’a bir geliyorlar, anlatıyorlar ki “Rezalet. Böyle bir şey olamaz.” Boldanlı birisi için orası tabii deniz gibidir. Adam hayatında belki birkaç kez şehir dışına çıkmış. Onun dünyası o kadar. Aynı şekilde bizim de İstanbul’da böyle bir dünyamız var. Diyoruz ki “İstanbul en güzeli.” Ama çıkınca bambaşka yerler görüyoruz.
Kiev’e gidiyoruz mesela, Kiev’de yazarlardan biri şöyle diyor, “Ben şehir içinde parkı çok gördüm ama parkın içinde şehir hiç görmedim.” Yani her tarafı yeşil ile dolu bir yer. Aynı şekilde Gürcistan’a, Azerbaycan’a ya da diğer Türk ülkelerine gittiğimde hepsinin de birbirinden güzel, inanılmaz mimarilerinin olduğunu görüyorum. Mesela İran’a gittim. İran’da bir camide ayna mimarisini gördüm. İlk kez orada karşılaştım. Adını bile duymamıştım. Bir giriyorum içeri masal gibi pırıl pırıl. Tabi ki ancak gidince görüyoruz böyle yerleri. Dünyamız büyüyor yani.
Peki son olarak eğer meslek sırrı olmazsa, çekmek istediğin bir proje var mı?
Aslında biz projeyi değil de o bizi çekiyor daha çok. Bir konuda dertli değilseniz zaten o üretim içine giremiyorsunuz. Bu anlamda herkesin derdi de projesi de farklıdır. Ben kendi adıma şunu diyebilirim, en beğendiğim fotoğraflar hesap edip çektiğim fotoğraflardan ziyade karşıma çıkan fotoğraflar oldu. Mesela bir gün köprü altında bir fotoğraf denk geldi. Normalde yardıma muhtaç insanları çekmeyi pek tercih etmem. Ama o gün duramadım. Giydikleri kıyafetler, renk kontrastları, duruşları… İki kare çektim ve oradan ayrıldım. Sonra fotoğrafa bir daha baktım: “Bunun bir yerde birinciliği var.” diye düşündüm. Yani teknik olarak bir karşılığı vardı. Ve öyle de oldu. Aradan zaman geçti. Bir yarışmaya gönderdim o fotoğrafı ve birincilik geldi mesela. Tabi ki birinci olup olmaması, beğenilmesi vs. kriter değil ama şu önemli, fotoğraf seni (kendisine) çekiyor.