Necibe Bayrak
Sosyolog, radyo programcısı ve yazar Serpil Özcan’la aile kavramının bizim için ifade ettiği değerler konusunda bir söyleşi yaptık. Araştırmacı bir yazar, aynı zamanda bir anne, birçok farklı ülke ve kültür görmüş, üç farklı ülkede yaşamış ve tecrübeler edinmiş, derin okumalar yapan ve her zaman kendisini yenileyen, geliştiren, gözlem yapan ve uzun yıllardır radyo programları yapan bir münevver olarak bizimle paylaştığı bilgiler gerçekten çok kıymetliydi. Serpil Hoca’nın yazdığı “Hz. Havva’dan Hz. Zeynep’e: Kadınların İzinde” ve “Uzun Usta” kitaplarını da ayrıca tavsiye ederiz.
Yaşadığımız karantina günlerinin aileler üzerindeki etkilerinden bahsedebilir misiniz?
Koronavirüs salgını günlerinde mutfakta zaman geçirme, çeşit çeşit yemek yapmalar çoğaldı. Evde oturup hep bir şey yeme derdine düştük. Bu şunu gösteriyor aslında: Biz öfkemizi, sevgimizi, sevincimizi, dargınlığımızı, kırgınlığımızı, üzüntümüzü, hayal kırıklığımızı yemek ve yememek üzerinden ifade ediyoruz. Canımız sıkılıyor yemek yiyoruz, üzülüyoruz yemek yiyoruz, kızıyoruz yemek yiyoruz ya da iştahımız kesiliyor. Yani tüm duygularımızı yemekle bağlantılı yaşıyoruz. Bizim toplum olarak duygularımızı ifade etmede başka yöntemler geliştirmeye ihtiyacımız var. Mesela bebek ağladığında bizim ilk aklımıza gelen şey “Acaba karnı mı acıktı?” oluyor. Tabii ki bebeğin karnının acıktığı dönemleri takip etmeliyiz ama çocuğun belki başka bir sıkıntısı var. Üç yaşına kadar susmadan ağlayan çok bebek görmüşümdür. Yani bu çocuk üç yaşına kadar aç mıydı? Değil. Belli ki çocuğun başka bir ihtiyacı var. Biz onu teşhis edemiyoruz, anlayamıyoruz da ayrıca.
Bu yüzden sevgimizi gösterirken yemek pişirerek gösteriyoruz ya da birisi bize sevgisini hizmet davranışlarıyla göstersin diye bekliyoruz. Hani şu meşhur 5 sevgi dili. Türkiye’de ölçülse eminim o 5 sevgi dilinin çoğu hizmet dili olarak çıkar. Hizmet ederek sevgisini gösteren, hizmet edilerek sevildiğini anlayan insanlarız. Hâlbuki bu, bizim getirdiğimiz bir şey değil, bize öğretilen bir şey. Diyelim ki çocuk ağlıyor. “Gel yavrum sana çikolata vereyim” diyoruz. ‘’Gel yavrum dışarıya çıkalım, temiz hava alalım, resim yapalım, müzik dinleyelim” demiyoruz, yemek yiyelim diyoruz. Bu öğrenilen bir şey. Ben bunu çok acı bir şekilde koronavirüs salgını döneminde gördüm. Bizim duygularımızı başka şekilde ifade etme, özellikle sevgi ifadelerini başka şekilde anlama ve gösterme yöntemlerini bulmamız lazım.
Koronavirüs salgını günlerinde dört duvar arasında ve bir arada yaşamak zorunda bırakıldığımız için sorumluluk alanları ve sorumsuzluk sınırları çok net anlaşıldı. Ev hanımları veya evin iç işlerinden sorumlu olan bireyler kendi alanlarına dalan kişilerle mücadele etmek zorunda hissettiler kendilerini. Bu aslında zaman zaman itiraz ettiğimiz “Ev işleri kadının işidir” söylemini aslında içten içe ne kadar benimsediğimizi gösterdi. Bazı aileler keskin sınırlı iş bölümü yapmadıkları için birbirlerini daha iyi anlayarak, geçişli sorumluluk alanlarında birbirlerine destek olarak güzel bir uyum yakaladılar. Ancak çatışma uyumdan daha fazlaydı doğrusu. Çocuklarına veya eşlerine daha çok zaman ayırma imkanı bularak bu dönemi çok iyi değerlendirenler olduğu gibi, dediğim gibi yemek üzerinden iletişim kuranlar arttı. Televizyon ile meşguliyet, bilgisayar oyunu oynama sınırları biraz aşıldı diyebilirim. Bir arada kalma becerimizi bir hayli geliştirdiğimizi söyleyebiliriz. Ancak sağlıklı birliktelik, nitelikli zaman geçirme, iş bölümü, sorumluluk ve kişisel alanları belirleme, anlayış, hoşgörü gibi niteliklerimizi geliştirme konusunda daha zamana ihtiyacımız var.
Sizce toplum olarak aile ilişkilerimizdeki sıkıntılar neler? Etrafımı gözlemlediğimde çocuk merkezli ailelerin çoğaldığını söyleyebilirim. Sizin bu konu hakkındaki görüşleriniz nedir?
Peygamber Efendimiz’in hadis-i şerifi “Anneler efendilerini dünyaya getirecekler.” Şu anda biz o durumdayız. Biz onlara göre yaşıyoruz. Yani her şey çocuklar üzerinden götürülüyor. Bu kadar benlik duygusu beslenmiş çocuklar da yetişkin olduklarında çok sağlıklı bireylere dönüşmüyorlar. Hiçbir şeyi kabul etmeyen, mazeret kabul etmeyen, kendi becerilerini gözünde yükselten, bir yerde nerdeyse tanrılaştırılan çocuklar… Bu çok yüksek ego sebebiyle evlenecek eş bulamayan, etrafındaki insanları küçümseyen yani bir sürü farklı ama menfi insan şahsiyetleri ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bu şahsiyet problemlerini çözebilmenin bana kalırsa en önemli yöntemi sağlıklı ilişkiler kurulan çocuklar yetiştirilmesidir. Bir şey başardığında başarının abartılmadığı, başarısız olduğunda da başarısızlığın abartılmadığı bir ilişki.
Mesela çocuk sınavdan yüksek bir puan alıyor. Yani bu insanüstü bir şey değil sınavdan yüksek not alması, çok başarılı olması. Çok başarılı olunabilir. O başarıyı büyüterek biz doğrudan çocukları “Bak kimse başaramadı, sen başardın” noktasına getiriyoruz. Bu son derece yanlış bir şey. Hâlbuki “Allah sana bir zekâ vermiş, onu doğru kullandın, aferin” demek yeterli.
Coşkulu bir millet olduğumuz için olabilir mi? Her şeyi doruklarda yaşıyoruz, her şeye aşırı tepki veriyoruz.
Bu zaten anormalleştiğimizin ifadesi. Yani severken de nefret ederken de ölümüne sevip ölümüne nefret ediyoruz. Bu sağlıklı bir şey değil ama maalesef bizim toplumumuzda çokça yaşanılan bir şey. Yani her toplumu gördüğümü söyleyemem ama gördüğüm toplumlarda bizden çok daha sakin anne babalar olduğunu görüyorum. Anne baba olmak, çocuk yerine bir şeyleri yapmak, ona tapınmak, onu hayatın her türlü fenalığından korumaya çalışmak demek değildir. Başına bir şey geldiğinde onun yanında olabilmek demektir. Başarılı insanın yanında durabilirsiniz, çok başarılı çocuğunuzun yanında durabilirsiniz ama çok başarısız olan çocuğunuzun yanında da durabiliyor musunuz? Onun yanında da durabildiğiniz zaman gerçek anne babasınız demektir. Ya da Allah göstermesin bir sakatlıkla dünyaya gelmiş olan, belki ömür boyu tekerlekli sandalyeye mahkum olacak olan, zihinsel bir engeli olan, istese de çok yüksek puanlar alamayacak olan o çocuğunuzun yanında da olabilecek misiniz? Eğer onun yanında olmayı başarabiliyorsanız, onun hayatta var oluş çabasına destek verebiliyorsanız ve bunu kendi yetersizliğinizle veya onun yetersizliğiyle örtüştürmüyorsanız hayatla barışık ve mutlu bir şekilde yaşıyorsunuz demektir. Öbür türlü nasıl olursa olsun başarı da olsa başarısızlık da olsa bunlara doğru tepki veremiyor iseniz anne baba olarak sağlıksızsınız, çocuklarınıza da sağlıksız bir gelecek hazırlıyorsunuz, düzgün bir kişilik veremiyorsunuz demektir diye düşünüyorum.
Biz efendilerine annelik yapmaya çalışan bir toplum olduk. Anne babalar çocukların karşısında acziyete düşüyorlar. Bunu fark eden çocuklar anne babayı kullanmaya başlıyorlar. Despot olunsun demiyorum elbette ama çocuklarının karşısında karakterli bir duruş sergileyen anne babalar olunmalı. Sosyal medyayı kullanan çocuklar oralardan çok ciddi bilgiler alıyorlar ve onu anne babalarına karşı kullanıyorlar. Onlara yetişemeyen daha doğrusu yetişmek istemeyen anne babalar da -bu öğrenilmiş bir acizlik, sanki kuşak çatışması olmak zorundaymış gibi- çocuklarının karşısında aciz rolüne otomatik olarak giriyorlar. Eskiden bu ergenlik dönemindeydi şimdi 5-6 yaşlarına kadar indi. Annesini azarlayan çocuklar gördüm ben. Anne babalar bu münasebetsizliğe hiç ses çıkaramamıştı. Bu zekâyla alakalı bir şey de değil bu doğrudan terbiyesizliktir. Zeki insan kuralları, değerleri anlayıp uyum sağlar. Bütün çocuklar hayatta kalabilmek için zeki olmak mecburiyetindedir. Onların öğrenme kabiliyetini gözünde çok abartan yetişkinler tarafından çocuklar kendini süper kahraman, ilah gibi görmeye başladığından terbiyesizleşiyorlar. Bu çocukların terbiyeli, edepli, ahlaklı şekilde topluma faydalı olmasını sağlamamız gerekiyor.
Biz roller değişti diyoruz ya. Evet roller değişti. Eskiden anne-baba-okul işbirliğinden söz ediliyordu ama artık anne-baba-sosyal medya işbirliğinin de kurulması lazım.
Eskiden çocukların ilk öğretmenleri babalarıydı. Babaların fonksiyonlarını yitirmesinden bir süre sonra bu anlamda anneler çocukların ilk öğretmenleri oldular. Şimdi anneler de kalktı ortadan. Çocuklara sosyal medya, çevre ve arkadaşları öğretmenlik yapmaya başladı. Eskiden çocuklar okula başlayana kadar annenin kontrolünde olurdu. Daha sonra okul zamanında arkadaş ortamı ve ailenin düşünce yapısına uymayan öğretmenlerle problemler baş gösterirdi. Şimdi ise arkadaş-öğretmen-sosyal medya problemleri yaşanıyor. Aileler kendi konumlarını sağlama almak mecburiyetindeler. Toplum çok farklı kültürlere açık durumda. Toplumsal kültür anlayışımız çok çeşitli bir yapı sergiliyor bu sebeple ailelerin dünya görüşüne, hayat görüşüne uymayan öğretmenler de var şimdi.
Turgut Cansever der ki: “Eskiden mahallelerde tekkeler olurdu. O tekkelere esnaf, hoca, marangoz, çırak, devlet adamı giderdi. Müşterek bir kültür olurdu. Ve bu kültür, hayata, sokağa, yapılara sinerdi.” Şimdi tekkeler yok. Onun yerine televizyon ve sosyal medya var. Bunun getirdiği çok çeşitli ayrışmalar ve toplumsal yapılar var. Bu yüzden çocuklarımızı yetiştirenler ve aileler arasındaki dünya görüşü farklılığı gitgide açılıyor. Dolayısıyla öğretmenlere artık eti senin kemiği benim diye çocuk teslim edilemiyor. Edilmemesi de gerekir. Ben anne olarak hiçbir zaman böyle bir anlayışa sahip olmadım. Her zaman “Evladım o senin öğretmenin, öğrettiği bilgiyi al gerisi seni ilgilendirmez. Dünya görüşü nasıl, hayata bakışı nasıl, neye inanıyor, neye inanmıyor… Biz şöyle şöyle bir aileyiz, bizim aile yapımız bu sen de buna tabi olacaksın. Tabi olmak istemiyorsan da bu senin bileceğin bir iş” dedim. Ama tabi bunu ilerde söylüyoruz. “Çocuğum seni özgür bıraktım ister inanmayı seç ister inanmamayı.” Bu akil baliğ olunca yapılacak bir şey. 18 yaş civarında. Ben o yaşa kadar çocuğuma bildiğim her şeyi öğretmekle mükellefim. Özgür bırakacaksam neden anne olayım ki, bakıcı olurum. Anne babalar eğitici-öğretici fonksiyonlarını kaybetmiş durumda bugün. Bu devam etmeli ki çocuk aileden kopmasın.
Babalar para makinesi değildir. Anneler aşçı değildir. Babalar ve anneler çocuklarını yetiştirmeye Allah tarafından mesul kılınmış kişilerdir. Arkadaşlarını, yaşadığın yeri seçebilirken anne babanı, çocuğunu seçemezsin. Bu büyük bir mesuliyettir ve bunun hakkı verilmelidir. Böylece edepli, ahlaklı çocuklarımız olur. Anne babalar da her yaşta saygı görür.