Türkiye’de en popüler meslekler hâlâ tıp, mühendislik gibi alanlar. Türkiye’nin belki en zeki öğrencileri Yusuf Akçura’nın gösterdiği yoldan gidiyor. Hâlbuki bu ülkeyi geleceğe taşıyacak olan, teknik bilimlerden çok düşüncedir.
“Bize Filozof Değil, Demirci Lâzım”
atının teknik bakımdan ilerlemesi ve savaşlarda üstünlük elde etmesiyle yeni bir anlayış çıktı ortaya. Batının tekniği alınmalı, düşman kendi silahıyla vurulmalıydı. Osmanlıda ilk ıslahat hareketleri cephelerdeki yenilgilerin önüne geçmek amacını taşıyordu. Bu sebeple Batı tarzındaki ıslahatlar daha çok askeri alanda yapılıyordu. Bu, uzunca bir süre böyle devam etti.
Zamanla ıslahatlar diğer kurumlara, devlet düzenine, eğitim öğretime, giyim kuşama, yaşayış tarzına yönelik yapıldı. Osmanlı dönemi bu uğurdaki çeşitli girişimler, fikrî hercümerçlerle kapandı. Cumhuriyetin hedefi de Osmanlı döneminin hedeflerinden farklı değildi: Muasır medeniyetler seviyesine çıkmak, Batının teknik seviyesine erişmek. Hatta bu cumhuriyetin en temel hedefiydi.
Cumhuriyet döneminin ünlü Türkçüsü Yusuf Akçura, bir talebeye ne tahsil ettiğini sorar. Talebe de felsefe eğitimi gördüğünü söyler. Yusuf Akçura: “Bırak felsefeyi” der. “Bize filozof değil, demirci lâzım.”
Bu anekdot teknik bakımdan ilerlemenin ne denli önemsendiğinin bir göstergesi. Zira cephelerdeki yenilgiler sürekli takip etmiş birbirini. Var olmak bir anlamda teknik ilerlemeyle eş değer görülmüş. Bunun için o günkü şartlar içinde tekniğin bu derece önemsenmesi anlaşılabilir bir şey. Ancak felsefe ve düşüncenin tekniğe kurban edilmesi, bir başka ifadeyle birinin diğerine alternatif gibi görülmesi anlaşılabilir gibi değil!
İsmail Kara’nın bu noktadaki tespiti oldukça önemli. Ona göre İslam dünyası hep Batının tekniğine, görüntülerine dikti gözünü. Öte yandan bu teknik ve terakkinin altında yatan derin düşünce birikiminden, siyasî, sosyal ve bilimsel faaliyetlere kaynaklık eden felsefî hareketlerden habersiz kaldı. Bu sebeple ıslahatlar hep yüzeysel kaldı. (“İslam ve Pozitivizm”, Bilgi, Bilim ve İslam I-II içinde, s. 176)
Gerçekten sanayi devriminden, dünyanın başını döndüren teknik ilerlemeden önce, ciddi bir düşünce birikimi oluşmuştu Batı’da. Avrupa’nın değişik ülkelerinden birbiri ardınca çıkan filozoflar, Avrupa’nın çehresini değiştirmişler, Aydınlanma diye adlandırdıkları dönemi başlatmışlardı. Sanayi devrimi bu düşünce birikiminin bir uzantısıydı.
Felsefî Kıpırdanışlar
Aydınlanmayla meydana gelen düşünce birikiminden çok, Sanayi devriminin sonuçları yansıdı İslam dünyasına. Tabii bu, uzun yıllar devam edecek bir Batı hayranlığının ortaya çıkması demekti. Batı’nın felsefî birikimi ise arka planda kaldı. Bu, en azından, Osmanlı’nın son dönemlerine kadar böyle devam etti. Osmanlının son dönemlerinde bazı kıpırdanmalar oldu. Felsefe ve düşüncenin önemi anlaşılmaya, bu alanda mesai harcanmaya başlandı.
Doğan Özlem bu konuda şunları söylemektedir: “1933’e kadar Türkiye’de 1870’lerden başlayan, en az yarım yüzyılı bulan bir kıpırdanış var. Adına isterseniz bir tür Aydınlanma diyebilirsiniz ya da bu kelimeyi kullanmak istemiyorsanız bir çeşit hareketlilikten bahsedebilirsiniz. Bu dönemde pek çok çeviri yapılmış, pek çok eser telif edilmiş.” (Türkiye’de/Türkçede Felsefe içinde, s. 92)
Elbette Müslümanların yüzyıllardır var olan bir düşünce birikimleri vardı. Bu, özellikle kelam ve tasavvuf kanalıyla devam eden bir gelenekti. Ancak sözü edilen daha çok Batı’da geliştirilen tarzda modern bir felsefeydi. Bir başka deyişle, daha önce İslam dünyasının Yunancadan çevirip İslam kültürüne mal ettiği, Avrupa’nın da Arapçadan çevirip yeniden ürettiği biçimde bir felsefî anlayış… Batı’da ortaya çıkan felsefî yönelişin İslam dünyasında yeniden okunuşu…
Bu uğurda yapılan en ciddi çalışmaların başında, Babanzade Ahmed Naim’in Felsefe terimleri sözlüğü geliyor. Ahmed Naim, Batı’da ortaya çıkan felsefî ıstılahların bizdeki karşılığını bulmak için ciddi bir çabanın içine giriyor. Bunu yaparken de kendi ifadesiyle “Vaz’-ı Cedid”den ziyade “Keşf-i Kadîm” yapıyor. Yani yeni kelimeler türetmekten çok, felsefî mirasımızda var olup belki üzeri küllenmiş olan kelimeleri keşfe çıkıyor, bunları bulup çıkarıyor. Onun bu girişimi bu topraklardaki felsefî cereyana hız vermek, felsefe alanında bir nevi ortak bir dil kullanımını sağlamak amacına yönelikti. Bunun ötesinde onun, belki son elli yıldır, güçlü bir ilim dili olma yolunda ilerleyen Osmanlı Türkçesine ciddi bir katkı sağlamak gibi bir amacı olduğu da muhakkak.
Bu çalışmaların bir başka örneği de Elmalılı Hamdi Yazır’ın Fransızcadan yaptığı Felsefe Tarihi tercümesi. Elmalılı Metalip ve Mezahip adıyla çevirdiği bu esere bir de mukaddime yazıyor. Bu mukaddime, hem Elmalılı’nın bu sahadaki yetkinliğini gösteriyor, hem de felsefeyle ilgileneceklere kılavuzluk ediyor.
Bu dönemin bir başka çalışması da İsmail Hakkı İzmirli’ye ait: Felsefe-i İslamiye Tarihi. Kendi felsefî mirasımızı keşfe çıkan bu eserin ilk cildini görebildim ben. Burada İslam Felsefesinin erken dönem filozofu el-Kindi’ye oldukça etraflı bir bakış atılıyor, hakkında önemli değerlendirmeler yapılıyor. (Bu dönemdeki hareketliliği Remzi Demir’in Philosophia Ottomanica adlı eserinin III. cildinde biraz daha bütüncül görme imkânına sahibiz.)
Bütün bu girişimler, felsefenin bu ülkede yeşerip sürgün vermesi için atılmış kayda değer adımlardı. Ancak Cumhuriyet dönemi ve 1933’te yapılan üniversite reformuyla birlikte sönmeye yüz tutuyor.
Bugün Nerede Duruyoruz?
“Türkiye’de Felsefe’nin Kuruluşu”, “Başkada Aynı Kalmak: Türk Başkalığını Felsefî Olarak Düşünmenin Yolları Üstüne” gibi makalelerin sahibi olan Doç Dr. Zeynep Dilek, bu yaşananları “Türkiye’de felsefenin travması” olarak niteliyor ve şunları söylüyor:
“Kendi dilinde yazılmış yüzyıl kadar eski metinleri bile okuyamıyor olmak, bir felsefeci açısından son derece üzücüdür. Batı felsefesi çalışırken, mesela 17. yüzyıla ya da orta çağa ait metinleri okuyoruz. Hâlbuki bu topraklarda yüzyıl önce kaleme alınmış metinleri, birileri bizim için çevirmediği müddetçe ulaşamıyoruz. Bu vahim bir durum... O metinleri okuyabilmek için Osmanlıca öğrenmek gerek. Ancak felsefe eğitimimiz boyunca, Osmanlıca öğrenmenin gerekli olduğu bize hiç söylenmemiş, böyle bir şey hiç desteklenmemiş, bunun aklımıza bile gelmemesini sağlamışlar. Dolayısıyla kendi tarihimize erişmemiz söz konusu değil.” (Türkiye’de/Türkçede Felsefe içinde, s. 126)
Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi adlı eserinin sonuç kısmında, 1940 yılından itibaren felsefe ve düşünce hayatımızda kayda değer bir şeyin olmadığını, kayda değer bir şeyden bahsedilecekse eğer, bunun da tercüme faaliyeti olduğunu söylüyor. Bu faaliyetin ise daha çok olumsuz katkılarından söz ediyor.
Hilmi Ziya Ülken bu eserini 1965’te yazıyor. Kitabın üzerinden yaklaşık yarım yüzyıl geçmiş. Acaba bu ülkede o günden bugüne felsefe adına değişen bir şeyler var mı? Bu sorunun cevabını dilerseniz yakın zamanda çıkan değerli bir kitaptan yola çıkarak arayalım. Türkiye’de/Türkçede FELSEFE Üzerine Konuşmalar( Küre Yay. Aralık 2009) adıyla yayımlanan, bir grup felsefe severin, Türkiye’nin seçkin felsefecileriyle yaptıkları değerlendirme toplantılarından oluşan bir kitap bu. Konuşmalarda, ülkemizin felsefî geleneği, geçmişi ve bugünü, Türkçenin felsefe üretmeye dönük imkânları, çok güzel sorular etrafında sorgulanıyor, Türkiye’deki düşüncenin serüveni hakkında heyecan verici görüşler serdediliyor.
Benim bu konuşmalardan edindiğim fikir şu oldu: Bugünlerde artık, kısmen de olsa ideolojik, tek yönlü bakış açısı kırılmış, bizim geçmişimizde felsefe adına acaba neler yapıldı, sorusu sorulmaya ve cevabı aranmaya başlanmıştır. Tabii belki bundan daha önemlisi, bugün nerede duruyoruz ve yarın için neler yapabiliriz sorularına cevap aranıyor olmasıdır. Ve burada, ulaşılmakta olan iyi bir seviyeden ve gelecekten söz edilmektedir.
Düşünüyorum da Türkiye’de en popüler meslekler hâlâ tıp, mühendislik gibi alanlar. Türkiye’nin belki en zeki öğrencileri Yusuf Akçura’nın gösterdiği yoldan gidiyor. Hâlbuki bu ülkeyi geleceğe taşıyacak olan, teknik bilimlerden çok düşüncedir. Sosyal bilimler; felsefe ve ilahiyat gibi alanlarda kat edeceğimiz mesafedir. Felsefe adına, gelecek adına olumlu şeyler söyleyeceksek eğer, bu, felsefeye olan ilgi ve sevgiyle doğru orantılıdır. Felsefeyle ciddi ciddi ilgilenen birileri olmalıdır.