
Ne kadınlar var ya. Birini kucağına oturtmuşsun tamam, bir elinle de şu on üç- ondört yaşındaki kızcağızın elinden tut da düşmesin. Ya da ne bileyim şu öteki oğlan çocuğunu da diğer dizine oturtturuver. Maşallah dizlerin babaannemin minderi gibi gayet geniş! Değil iki çocuk, çocuk esirgeme kurumu bile sığar!
onuşmaya başlamadan önce salonun dolululuğuna bakacak, sadece bir insan gelmiş olsa bile “bunca şeyi bir tek sana mı anlatacağım ahahah” deyip gevşemeyecekti. Kendinden emin bir tavır takınıp bir iki öksürük ile olayın şokunu atlatabilecek kadar profesyoneldi. Ama salonun tıklım tıklım olmasını da istemiyordu. Tamam, profosyoneldi ama o kadar bakışla kontak kuramayacak kadar da miyoptu.
Ah şu otobüs geviş getiren bir deve gibi duraklarda oyalanmasaydı çoktan konferans salonuna varmış ve sandalyeleri göz ucuyla kontrol edip konsantrasyon problemini çözmüştü. Lakin ne mümkün… Otobüs şoförü tüm İstanbul ahalisini konferans salonun önünden geçirmeye and içmiş sanki. Her el kaldırana durulmaz, her bekle diye el edene yavaşlanmaz ki. Taksiye binmediğine pişman oldu. Ama hesaplamıştı, otobüse binse bile konuşma saatinden bir saat önce orda olabilecekti. İşte hesaplar tutmamıştı. Yoksa saçı için gereğinden fazla mı uğraşmıştı?
“Burada olmaktan mutluluk duyuyorum” diye başlayacaktı konuşmasına. “Olumlu Düşünmenin Yolları” isimli konferansa bundan iyi bir giriş cümlesi olamazdı. Evet, evet böyle diyecekti. “Olumlu düşünce ve empati kurma yeni icat edilmiş bir şey değil diyecek bunu Asr-ı Saadetten örneklerle süsleyecekti. Ah bir iki tane de hikâye bulabilseydi…
Of be otobüs! Bir durağı da es geç, durmaktan ilerlemeye vakit kalmıyor, ağustos böceği misin mübarek, durduğun yerden sonuç bekliyorsun. Şeytan diyor kalk şu şoförün yakasına yapış… Neyse… Bir olumlu düşünce uzmanına yakışmayacak düşüncelerdi bunlar. Çantası iki ayağının arasında güvendeydi, dosyaları kucağındaydı. Ee ayakta da değildi. Şimdi otobüs nohut kovası gibi sallandıkça boşluklar dolar, herkes yerini bulur, puzzle tamamlanırdı. Hep böyle olurdu.
Konuşma yaparken omuz açıklığı eşit olmalıydı. Bak işte bunu unutmaması gerekiyor. Ayaklarını çok açarsa mekânına müşteri bekleyen bir kabadayı gibi itici olurdu, ayaklarını bitişik tutarsa pısırık bir müşteriye benzeyebilirdi. Hayda otobüs yine mi durdu? “Ay yeter artık şoför bey biraz hızlanın yetişmem gereken bir konferans var…” Böyle bağırınca şoför hızlandı ama yanında dikilen çocuklar bir anda ürküp bakışlarını kaçırdılar. Aslında bugün beyni şu toplantı ile meşgul olmasaydı cebindeki şekerlemelerden verebilirdi bu çocuklara ve onlarla ilgilenebilirdi. Amaaan anneleri bile ilgilenmiyor, baksana atmış bakışlarını camdan dışarıya seyr eyle âlemi ey güzel tarzında pozlar veriyor. Ne kadınlar var ya. Birini kucağına oturtmuşsun tamam, bir elinle de şu on üç- ondört yaşındaki kızcağızın elinden tut da düşmesin. Ya da ne bileyim şu öteki oğlan çocuğunu da diğer dizine oturtturuver. Maşallah dizlerin babaannemin minderi gibi gayet geniş! Değil iki çocuk, çocuk esirgeme kurumu bile sığar!
Evet, ne diyecekti? “Bugün burada olmaktan çok mutluyum.” Aslında bu tür salonlara gelen insanları; önce polise kendini ihbar eden sonra da çatıya oturup kurtarılmayı bekleyen yaramaz çocuklara benzetirdi. Onu dinlemeye geliyorlarsa zaten olumlu düşünmeye başlamışlardır bile. Keşke yanına çıkarken birkaç test, workshop, eğitim tatlandırıcı bir şeyler alsaydı. Eğlenerek öğrenmeye bayılır herkes malum.
Kadın çok şükür şu uzun saçlı kızın saçlarını düzeltmeyi akıl edebildi. Evden çıkmadan tarasaydın ya kızının saçlarını. Hemen oracıkta saç taranıp tokalanır mı? Hem yıkamamış bile kızcağızı. Diğer iki çocuğun tırnakları da kir içinde... Kadın yedirmemiş içirmemiş kendisine yatırım yapmış. Kıyafetleri markalı değil ama gayet uyumlu ve temiz. Ayakkabıları bile boyalı. İnsan kendi ayakkabısını boyarken şu yavrucakların ayakkabısına da bir sünger atmaz mı? Bu tür kadınlardan nefret ediyorum. Daha nelerden nefret edecekti ama tüm bu olumsuz düşüncelerin kozasını otobüsün fren sesi bir anda yırtıverdi. Otobüs fren yapınca elindeki dosyalar yere düşmüş, ufak çocuklar da gayrı ihtiyari üzerine basmıştı. Titizlikle hazırladığı dosya 31 numara ayak anlatmak üzere yola çıkmış, iri iri tespitlerde bulunacak bir uzmandı. Arkasına yaslandı. Evet, ne diyordu; “burada olmaktan çok mutluyum” diye başlamalı, ellerinin iç kısmını dinleyicilere göstermemeliydi. Kolları kavuşturmak da güvensizlik işaretiydi, ona bilhassa dikkat etmeliydi. Relaks durmalı ve 21 dakika aralıksız anlatmalıydı. 21 dakikadan sonra sıkılırdı dinleyici dediğin. Belki o ara bir hikâye iyi giderdi. Keşke bir hikâyesi olsaydı notlarının arasında. Bunu nasıl atlamıştı.
Of çocuğun da burnu aktı iyi mi. Kadın peçete arıyor versem mi acaba? Ah niye verecekmişim madem annesin peçeteni, suyunu, öksürük şurubunu yanında taşıyacaksın. Çantan yeri gelince şık bir ecza deposuna, bazen bir markete, ya da bir beşiğe dönüşebilmeli. Annelik yapamadığı gibi bir de üç tane çocuk istemiş yüce Mevla’dan. Neyse ki buldu peçeteyi. Yoksa otobüs çocuğun burnundan çıkan balonla havalanmaya başlayacaktı. Oh çocuğun yüzü gözü meydana çıktı. Pek de güzelmiş. O ne? Cebine de harçlık mı koyuyor? Herhalde ‘sen büyüdün arz talep döngüsü içinde küçük bir ekonomist olmalı, burnun ile peçeten dengeye gelmeden sermayeni cebinde bulundurmalısın’ demek istiyor. Ahahah. Tövbe tövbe. Neler düşünüyorum böyle.
İşte bu tür kadınlar birazdan yapacağı toplantıya katılabilseydi muhakkak kendi paylarına düşeni alacak, çocuklarını toplumun sırtına bir yük gibi bindirmemek gerektiğini anlayabilecekti. Yerinden kalkıp düğmeye bastı ve birazdan orda olmaktan mutluluk duyacağı konferans salonunu düşündü. Konferansa iki dakikalık bir görüntüyle başlayabilirdi. Hikâye de anlatabilirdi. Şık dururdu aslında. Ama olsun o bu sıcak cümleyi kurmayı tercih etmişti. “Burada olmaktan mutluyum çok…”
Kapı açılınca dosyalarını kucaklayıp, tozlu çantasını sımsıkı tutarak indi otobüsten. Lakin arkasından başka inenler de vardı. Üç küçük çocuk sırasıyla indi otobüsten. Büyük olan küçük olan çocukların ellerinden tutup yürümeye başlamıştı. Ya anneleri? Anneleri? Anneleri inmemişti otobüsten…
- Hey çocuklar, anneniz otobüste kaldı… Siz yanlışlıkla mı indiniz yoksa yavrum!
Çocuklar dönüp bu sinirli kadına ürkekçe baktılar:
- Otobüste bizim annemiz yoktu ki…
- Ama nasıl olur, şu düzgün giyimli kadınla aynı duraktan bindiniz siz. Kardeşin kucağında gelmedi mi o kadının? Saçınızı tarayıp burnunuzu sildi hem.
Kekelemeye başlamıştı… Çocuklar cevap verdi:
- Evet, iyi bir kadın vardı otobüste ama biz onu tanımıyoruz. Biz anneannemize gidiyoruz ziyarete…
İşte o an olumlu düşünmeyi başaramayan bir olumlu düşünce uzmanı olarak ve eğitimin şart olduğu bilgisi ile donarak, “hönk” diye kalan yanlarını çocukların bakışlarından toplayarak, otobüste giden o “iyi” kadını olumlu düşünmenin yollarında kaybederek, beynine kaçan notlarını kalbi ile çıkarmaya çalışarak, içindeki esrik çalkantıların boğazına dayadığı ayranımsı vicdan bulamacını hörp diye geri yutarak mırıldandı:
“Burada mutluyum… Ben olmaktan sizinle… Hem bir hikâyem olsaydı?!?!”