
Ayla Ağabegüm, edebiyatçı bir İstanbul hanımefendisi. Annesi İstanbullu babası Harputlu. İlkokul ve liseyi Elazığ’da bitirdi, üniversite için İstanbul’a geldi. İstanbul Üniversitesi Türkoloji, Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi ve edebiyat öğretmeni oldu. İlk olarak Adana’ya tayini çıktı. İki yıl orada, daha sonra İstanbul’da uzun yıllar öğretmenlik yaptı. Şu anda yazıyor, konuşmalar, sohbetler yapıyor. Sözle Direnmek isimli bir kitabı var. Ağabegüm’le dilimiz hakkında konuştuk.
Mâlumunuz, konuştuğumuz dil her geçen gün şekilden şekle giriyor ve büyük bir yozlaşmaya uğruyor. Kelime ve kavramlarımızın içi boşaltılıyor, uydurukça kelimeler dal budak salıyor. Gençlerin kullandığı dil ile orta yaşlı insanların kullandıkları dilin arasındaki uçurumlar giderek büyümekte. Bir eğitimci olarak bu konudaki duygu ve düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız?
Benim lise yıllarımda dil yozlaşması dediğimiz şey çok fazla gündemde değildi. Öğretmenlik yıllarımda Türkçeleştirme çalışmaları, uydurukça kelimeler biraz daha yoğunlaştı. Bu kelimeler, kavramlar öğretmenler ve basın vasıtası ile öğrencilere de intikal etmeye başladı. Hocanın birisi sınıfa geliyor “mesela” diyordu, diğeri geliyor “örneğin” diyordu. Birisi “cevap” diyordu diğeri hayır cevap değil “yanıt” diyordu. Hatta hocanın sağcı veya solcu olduğunu da çocuklar kullandığı o kelimelerden anlıyordu. Daha sonra bu durum biraz duruldu ancak bu iletişim araçlarının çoğalmasıyla beraber tekrar bozulmaya başladı. O yıllarda sadece radyo ve TRT vardı. TRT, radyosuyla da televizyonuyla da dili en iyi kullanan organdı. Çünkü spikerler yetişmiş spikerlerdi. Sonradan özel televizyonlar hiçbir kurala bağlanmadan açıldı ve oradaki spikerler vs bu konuda çok cahil olduğu için herkes bir şeyi yanlış aktardı. Tabii çok seyredildiği için de değil gençlere, yetişkin insanlara bile tesir etmeye başladı. Sonra internetin de devreye girmesiyle iyice her şey bozulmaya başladı. Bu durum da milli birlik ve beraberliğin bozulmasına sebep oldu. Tabii bütün bunlar da masum olmadı. Bilinçli olarak yapılan hareketler de oldu. Ne yazık ki bugünkü haline geldi. Bu konu bir terör konusu bir siyasi konu kadar önemli çünkü bir süre sonra bu daha da öteye gidecek. Dil, birlik-beraberlik unsuru olduğu kadar geçmişle de bağımızdır.
Yeniden ve uydurarak kelime üreten bir gençlikle karşı karşıyayız. İnternet konuşmalarında gençlerin bir sözlüğü olmaya başladı. Ve bu sözlüğü sadece internet ortamında kullanmakla kalmayacak ve bulunduğu her ortama taşıyacak. Bir gün belki önemli yerlere gelecek ama o sözlüğü kullanmaya devam edecek. Mesela konferanslarda çok dikkatimi çeken bir durum var, konuşmacı “atıyorum” diyor. Bir insan avukat olup profesör olup nasıl “atıyorum” kelimesini kullanabilir?
Geçenlerde televizyonda hayrete düşen bir insanın hayretini “yuh be” diyerek ifade etmesine şahit oldum. Düşünebiliyor musunuz, orada gençler var. Hayatımızdaki edep noktası da dil ile ortadan kalkıyor. Böyle gelmiş ama böyle gitmemeli, bir kültür bir nesil yok oluyor. Bir neslin yazarları, konuşmacıları, eğitimcileri bu gençlerden çıkacak. Bunun bir çaresinin olması lazım.
Tam da bu noktada Ali Fuad Başgil hocanın şu sözlerini paylaşmak istiyorum sizinle: “Konuştuğun dil, benliğinden bir parçadır. Benliğini şerefine saygı gösterilmesini istemek de hakkındır. Hakkını müdafaa et…” bu bağlamda hakkımızı müdafaa etmek için şahsi olarak biz ne yapmalıyız peki?
Hakkın alınması için elbette topla tüfekle savaşacak değiliz, herkesin kendisine düşen bir vazifesi vardır. İlk olarak şahsen kendimize düşen çevremizdekilerle bu konuyu konuşmaktır. Bu, oturup anlatarak değil, iyi bir kitap ya da yazıyı onlarla okuyarak olmalı. Nasihatten önce bir şeyi verip de okuduktan sonra yorumlar yapınca çok hoşlanıyorlar. İkinci olarak sivil toplum kuruluşlarımız var. STK’lar bir gündem belirleyip hemen oturumlar yapıyorlar ama düşünmüyorlar ki bu dil gidiyor, nasıl önünü alırız bu durumun.. STK’lar hükümetleri bile devirecek güçte. Böyle olduğuna göre STK’ların bu hakkı en iyi şekilde istemesi gerekiyor. Vakıflar, dernekler her konuda bir atılım yapıyor ama bu konuda bir atılım yapmıyor. STK’lar birleşerek bu konuya bir el atmalı. Bir de devletin yapması gerekenler var. Mesela televizyonlardaki spikerler iyi bir eğitimden geçmiş olmalı. Sadece iletişim okumakla iş bitmiyor. Artistler, şarkıcılar da sunucu olabilir tabii ki ama iyi bir eğitimden geçmeden olmamalı. Çünkü orada örnek teşkil ediyor. Bunu biz devletten bekliyoruz.
Bir de “Tepki Grupları” oluşturmak gerekiyor. Bir tepki yazısı yazıp herkesin altına imza atmasından bahsetmiyorum. Herkesin tepkisini tek tek dile getireceği gruplar. Ses getiriyor bu tür tepkiler. Cem Karaca vefat etmeden önce grup olarak (15 kişi kadar) kendisine Necip Fazıl’ın bir şiirini bestelemesini yazdık sürekli. İlk olarak verdiği cevap “ben Necip Fazıl okumadım hiç, okumadan yapamam” oldu. Biz yine de ısrarcı davrandık. Sonuçta her kesimden insan dinlemiş olacaktı Necip Fazıl’ı. Bir gece TV programında sunucu Nazım Hikmet’ten şiirler okurken Cem Karaca “bir de Necip Fazıl var, dev gibi” dedi ve biz o zaman o on beş kişinin ısrarcı mektuplarının boşa gitmediğini anlamış olduk.
Akif diyor ya, “Sahipsiz vatanın batması haktır - Sen sahip çıkarsan bu vatan batmayacaktır”. Vatan nasıl batar? Kültürün, dilin yok olması ile. İşte biz kültürümüze, dilimize sahip çıkmalıyız.