
Yapacağın çok basit bir şey var. Sana 365 Kur’an kelimesi veriyoruz. Bugünden tezi yok her gün bir kelimeyi öğren. Bunun için bir defter tut. Kelimeyi anlamı ve Kur’an’da kullanıldığı şekliyle bu deftere not et. Kelimenin sadece kendisi ile sınırlı kalma; kökünü, nerden geldiğini, tarihi süreçte nasıl değiştiğini, akraba kelimelerini de öğren. Misalli sözlüklerle, dilimizi güzel kullanan şair ve yazarların bu kelimeyi nasıl kullandıklarına dikkat et, bunları da defterine yaz. Bir senenin sonunda defterin Kur’an kelimeleri ile dolduğunda, sen Kur’an’la irtibat noktasında çok farklı bir yerde olacaksın. Bu yer Rabbimizin, milletimizin ve ecdadımızın sevdiği, istediği, beğendiği ve fakat dil uydurukçularının hiç arzu etmediği bir yer olacak, bundan hiç şüphen olmasın.
ensenoğ –Türkçe’nin Ruhu” ve “Runa Simi –İnsan Dili” adında iki kitabı bulunan ve Rasim Özdenören’in Wittgenstein ve Heidegger’den daha önemli bir düşünür diye nitelediği Hüseyin Rahmi Göktaş kendisi ile yaptığımız bir röportajın sonunda bakın ne demiş:
“Türkçeye, kim nerede ne büyüklükte bir ekiple ne yapıyor ne yapmaya çalışıyor olursa olsun bu dil onların anlayabilecekleri bir şey değil. Dolayısıyla zarar da veremezler. Fakat koruma sevdasına düşüp muhafazakarlaşılmasını önermem. Türkçe kendini korur. Alır, içine katar, değiştirir, dönüştürür, yok eder ne gerekiyorsa gereğini yapar. Böyle şeylerle vaktinizi harcamayın, anlamaya çalışın Türkçeyi.” (GENÇ, 23. Sayı)
Göktaş, dil uydurukçularının çabalarını uyduruk çabalar olarak görmemiz gerektiğini söylüyor. Tam da bu yüzden bunlara karşı girişilecek, iyi niyetli koruma çabalarını da tasvip etmiyor. “Türkçe kendini korur” diyor. Biz de Türkçenin kendisini koruyacağını düşünüyoruz. Hatta o kadarki bu dilin, dinimizi elimizden alsalar bize onu yeniden verecek kadar hakikate sevk eden bir tarafı olduğunu da düşünüyoruz. Türkçemiz sevdamızdır, derdimizdir, kimliğimizdir, şahsiyetimiz ve karakterimizdir. Biz bu dille Bosna’dan Çin Seddi’ne kadar tercümansız dolaşır, kimseye ihtiyaç duymadan meramımızı anlatırız. Ama…
Ama bizler bir gecede cahil bırakılmış, sistematik ve planlı bir gayret ile ecdadı ve Kur’anıyla arasındaki bağlar kopartılmaya çalışılmış bir millete mensubuz. Elli sene önce kullanılan dil ile bugün kullanılan dil arasındaki feci seviye kaybına bakarak şunu fark etmemiz gerekiyor: Dilimizi koruma ve kollama gayretine girmeye mecburuz. Bir yerde durmak, bir dayanak noktası bulmak ve “bu noktadan geriye düşmememiz gerekiyor” demek zorundayız. Bunun için de önce dilimize ne yapıldığını anlamamız gerekiyor. Dilimize yapılan bellidir. Türkçemizin İslam’la, Kur’an’la irtibatı kopartılmaya çalışılıyor.
Bizim anamızın ak sütü gibi mübarek dilimizi takır, tukur, uyduruk bir ucubeye döndürmek isteyenler, bizim tefekkürümüze, muhayyilemize ve tasavvurumuza kastediyorlar. Bizi tabiri caizse “yeniden yaratmak” sevdasındalar. Bizi batıya ram olmuş, yaşamaktan sadece hazzı ve tüketmeyi anlayan kısır, sığ ve dünyacı insanlar yapmak istiyorlar. Bunun için işe kelimelerimize kast ederek başladılar. Dilimize müdahale ettiler. Çünkü biz dilde yaşarız. Dinimiz de dilde yaşar. Aşkımız, rüyamız, derdimiz, üzüntümüz, sevincimiz, bizi biz yapan ne varsa, her şeyimiz dille hayat bulur, dille aktarılır ve ifade edilir. Bir milleti olduğundan başkası yapmak, başkalarına benzetmek isteyenlerin bu anlamda ilk icraatlarının dille ilgili olması bir tesadüf değildir.
Bu noktaya kadar aktardıklarımızı hatırdan çıkarmadan İngiliz Başbakanı David Lloyd George’un 1916’da Çanakkale’de uğradıkları hezimetin ve onlar bu kitaba göre amel ettiği (yaşadığı) sürece, bütün dünyanın orduları bir araya gelse, yine de Türkleri yenemezler.”
Evet, bizi Kur’anımızdan ayıramadılar, onu elimizden alamadılar ama çok daha sinsi bir ayırma faaliyetine giriştiler; ana kitabımızla irtibatımızı sağlayan kelimeleri elimizden almaya çalıştılar. Onu hayatın içinde, herkesin anladığı bir metin olmaktan çıkartmak istediler. Bunun için hepsi bizim olmuş, bin yıldır kullandığımız için etimiz, kanımız, canımız olmuş kelimeleri yabancı kökenli diyerek ayıklamaya giriştiler. “Hayat”ı attılar “yaşam” dediler. “İmkân” yerine “olanak”, “ihtimal” yerine “olasılık”, “hâkim” yerine “yargıç”, birbirinden farklı mânâ inceliklerine sahip “ihtilâl”, “inkılâp” ve “ıslahat” gibi kelimeler yerine “devrim” dediler. Bununla Türkçemize hizmet ettiklerini düşündüler ama yaptıkları hizmet değil gaflet teşebbüsüydü; bizimle Kur’anımızın arasını açmaya çalışan bir gaflet teşebbüsü…
Bizi Kur’anımızdan ayıramadılar, onu elimizden alamadılar ama çok daha sinsi bir ayırma faaliyetine giriştiler; ana kitabımızla irtibatımızı sağlayan kelimeleri elimizden almaya çalıştılar. Onu hayatın içinde, herkesin anladığı bir metin olmaktan çıkartmak istediler.
Dilimizi muhafaza etmek, onunla Kur’an arasındaki tam bin senedir dokunmuş o rabıtayı korumak istiyorsak yapacağımız sabit bir noktada direnmektir. O sabit nokta ise Kur’anımızdır. Kur’an kelimelerini yaşadığımız, yaşattığımız, müdafaa ettiğimiz, öğretip, öğrendiğimiz müddetçe dilimizi muhafaza etmiş olacağız. Dilimizi muhafaza edersek kendimizi muhafaza edeceğiz. İddiamızı, rüyamızı, derdimizi, nereden gelip nereye gittiğimizi başkalarından öğrenmek zorunda kalmayacağız. Kur’anımız sadece hayatımız için değil, dilimiz için de yapışıp ayrılığa düşmediğimiz, sarılıp kurtulduğumuz sağlam bir ip olacak.
Ey Kur’anını seven, diline itina gösteren ve bu ikisinin arasındaki irtibatı gören ve anlayan kardeşim! Yapılanlar canını mı sıkıyor, oturup kalmak gücüne mi gidiyor? Dildeki tahribata karşı bir şeyler mi yapmak istiyorsun? Dedenle, kitabınla aranı açmak isteyenlere “dur” demeye ne dersin? Yapacağın çok basit bir şey var. Sana 365 Kur’an kelimesi veriyoruz. Bugünden tezi yok her gün bir kelimeyi öğren. Bunun için bir defter tut. Kelimeyi anlamı ve Kur’an’da kullanıldığı şekliyle bu deftere not et. Kelimenin sadece kendisi ile sınırlı kalma; kökünü, nerden geldiğini, tarihi süreçte nasıl değiştiğini, akraba kelimelerini de öğren. Misalli sözlüklerle, dilimizi güzel kullanan şair ve yazarların bu kelimeyi nasıl kullandıklarına dikkat et, bunları da defterine yaz. Bir senenin sonunda defterin Kur’an kelimeleri ile dolduğunda, sen Kur’an’la irtibat noktasında çok farklı bir yerde olacaksın. Bu yer Rabbimizin, milletimizin ve ecdadımızın sevdiği, istediği, beğendiği ve fakat dil uydurukçularının hiç arzu etmediği bir yer olacak, bundan hiç şüphen olmasın.
Öğren ve Öğret 365 KUR’ANİ KELİME
Asr, âyet, afv, arefe, avret, aşr, ahd, amel, ahit, ashab, azm, basir, basiret, batıl, bedi’, bela, belagat, beraat, berzah, beyyine, beyan, birr, burhan, bühtan, bereket, biat, bid’at, cehalet, cabbar, celal, cemal, cenin, ceza, cihad, cin, cizye, cünüb, dabbe, dalalet, dehr, delil, derece, diyet, dua, ecel, ecir, ehl, emanet, emir, emin, ensar, eza, esma, esatir, farz, fazl, felah, felek, fecr, fesad, fetih, fetret, fetva, fevz, fıkıh, fısk, fıtrat, fidye, fitne, fücur, fuhş, furkan, gaflet, gafur, magfiret, ganimet, gayb, gazap, gına, gıybet, gurur, haber, habis, hilm, hac, haciz, had, hudut, hadis, hâdis, hafiz, Hak, halim, hakîm, halk, halim, hamd, haraç, halife, haram, hasene, haşr, haşyet, hata, havari, hayy, hayr, hayız, heva, hicret, hesap, helal, helak, hicap, hidayet, hikmet, hüccet, hüsran, hüküm, hikmet, hüsran, Hüsna, huşu, ibadet, iblis, ibda, ibret, icabet, ictiba, iddet, iffet, ifrit, iğva, ihlas, ihsan, ihtilaf, ikame, ilah, ilhad, ikame, ilham, ilm, ilka, iman, imam, imtihan, infak, inkar, inkılap, inşa, inzal, inzar, irtidat, İslam, israf, istifa, istidrac, istiaze, istikamet, istiva, isyan, itaat, itikaf, ittiba, izzet, kabile, kader, kafir, Kahhar, kahin, karz, kavim, kayyum, kaza, kebir, kefaret, kefil, kerem, kevser, kıble, kısas, kıssa, kıst, kıyam, kıyamet, kibir, Kuddus, Kur’an, kurban, küfür, küfran, küfv, kürsi, lağv, lanet, latif, lehv, lika, mahrum, maruf, mehir, melekut, melik, mülk, meskenet, meta, metin, mescid, mev’iza, merhamet, Mevla, millet, minnet, misak, misal, miskin, mizan, mübin, mucize, muhkem, mukaddes, musavvir, mukarreb, musibet, mustazaf, müttakî, mübarek, mücrim, mümin, münker, müstekbir, münafık, mütekebbir, müteşabih, nafile, nasuh, nazar, nebi, necat, neces, nefis, nehy, nesih, nifak, nikah, nimet, nur, nutfe, nuzül, örf, Rabb, Rabbani, Rahim, Rahman, Rasih, Rauf, reca, recm, racim, rasul, rızık, riba, ribat, ruhban, risalet, rükû, rüşd, sabır, sadaka, sahife, salat, sabr, salih, Samed, sa’y, sebil, secde, sefih, sekine, sevap, selam, sıdk, sıddık, sırat-ı müstakım, sihr, siret, sun’, sanat, sultan, sur, sûre, sünnet, şahit, şefaat, şehâdet, şehvet, şek, şer, şeytan, şirk, şura, şuur, şükür, tağut, tahrif, tevbe, tevil, tahvil, takva, takvim, talak, tavaf, tayyip, tazarru, tebdil, tebliğ, tebşir, tebyin, tecessüs, tedbir, tedebbür, teemmül, tefehhüm, tefekkür, tefsir, teheccüd, tehlike, tekasür, tekbir, telif, tereddi, tertil, tesbih, tevekkül, tevbe, tevhid, teyemmüm, tezkiye, tilavet, tuba, umre, ümmet, ümmi, üsve, va’d, vahy, vakıa, vasiyet, vaz’, vecih, vekil, velayet, yakin, yemin, za’f, zakkum, zan, zebani, zekat, zelle, zikir, zulüm, zühd, zürriyet.
Din Dilde Yaşar
Bir mü’minin doğumundan ölümüne kadar hayatının her ânında hep dinden ve mukaddesâttan söz edilir. Müslümanlar, gönüllerindeki inanca tercüman olarak dilleriyle zikir ve dua ederler. Mü’min bir âilede çocuk dünyaya geldiğinde; “Allâh hayırlı uzun ömürler versin, sâlih evlat olsun, hayru’l-halef (değerlerinize en güzel şekilde sahip çıkan biri) olsun!” denir. Hasta ziyaret edildiğinde; “Allâh şifâlar versin, çektikleriniz günahlarınızın affına ve derecenizin yükselmesine vesile olsun!” denir. Ölünün yakınlarına; “Allâh rahmet eylesin, mekânı cennet olsun!” denir, hepimizin Allâh’a kavuşacağı hatırlatılır. Yola çıkan “Allâh’a ısmarladık” der, uğurlayan “selâmet” diler, yolcu sefer duasını okur.
Dinden uzaklaştırma siyâseti tâkip edenlerin en mühim vâsıtası dildir, yani ondan dînî kelimeleri ayıklamaktır. Günümüzde maalesef din, dilden uzaklaştırılmakta, yukarıda misallerini verdiğimiz “zikir ve dualar”ın yerini anlamsız, yabancı kültürlere ait ve dinden uzak ifadeler almaktadır. Lisânımızı bu tahribattan kurtarmadıkça, başımıza musallat olan binbir çeşit belâyı defetmemiz mümkün değildir. Zîrâ insanlar kelimelerle düşünürler. Mefhumları ve kelimeleri azaltılmış, kısırlaştırılmış ve çarpıtılmış bir “dil” ile derin İslâmî ve millî tefekkürün heyecan ufuklarına açılmak aslâ mümkün değildir. Bu yapılmadıkça da, davranış ve duygularımızın temelini teşkil eden tefekkür cılızlaşır ve gönül ufku daralır. Sıhhatli fikirler üretemeyen sığ ve kısır bir tefekkür ile de millî ve mânevî bünyemize kasteden zararlı akımlara karşı duramayız. Bunun için, millî şuurumuza zıt olan ve hem mânâ hem de telâffuzu tahrîb edilerek meydana getirilmek istenen “uydurma dil”e aslâ îtibâr etmemek gerekir. Zira Türkçeleştirme veya sadeleştirme adı altında yapılan sahteleştirmeler, ekseriyetle mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in dilimize hediye ettiği kelimelere karşı yapılmaktadır.