Lisede iken başlayan yazı çalışmalarım, 80`lerin ilk yarısında üniversitede iken yarı vaktimi bir derginin mutfağında geçirmemi sağladı. Mutfak derken, çay, kahve, yemek işlerinden bahsetmiyoruz elbette. Her ay düzenli şekilde yayınlanan bir dergide ismimle yayınlanan yazılar yazdığım gibi, derginin belli köşeleri için isimsiz yazılar da hazırlıyor, dahası ufak tefek tercümeler yapıyordum.
Bu tercümelerden biri, belki de ilki, İslâm`ın kadınları baskı altında tuttuğu iddiasına karşı gayrimüslim bir kadın profesörün yazdığı kısa bir cevap ve itiraz yazıydı ve kadına İslâm`la tanınan hakları zikrettikten sonra kısa bir cümleyle bitiyordu.
Bu baskı mıdır?
Bu mu baskı?
Bu mudur baskı?
Baskı bu mudur?
Baskı bu mu?
Baskı mı bu?
İki kelimelik o son cümlenin çevirisini nasıl yapacaktım? Yazarın son cümleye taşıdığı vurguyu, zihnimde doluşan bu altı cümleden hangisi Türkçe`ye hakkıyla taşıyabiliyordu?
Bu seçeneklerden hangisinde karar kıldığım şimdi aklımda değil. Ama henüz onyedi-onsekiz yaşında bir yazar adayı olarak, o olayda yazı yolculuğu bakımından hayatımın dersini almıştım diyebilirim. Kısa bir yazının sonunda sadece iki kelime için karşıma çıkan bunca seçenek…
Ve bütün bu seçeneklerin her birinin aynı mânâyı apayrı vurgu dereceleriyle ifade ettiği gerçeği…
Görmüştüm ki, yazarken, seçtiğimiz kelimeler kadar, bu kelimeleri nasıl bir diziliş içinde değerlendirdiğimiz de önem taşıyor.
Görmüştüm ki, yazarken zihnimizde ne kadar çok cümle seçeneği oluşturabiliyorsak, en doğru, en uygun, en etkili ifadeye ulaşma kabiliyetimiz o derece artıyor. Neredeyse kırk yıla ulaşan yazı hayatımda, daha yolun başında iken yaşadığım bu öğretici olayın verdiği iki ders sebebiyle, şu üç hususa beraberce çalıştım:
(1) Yazarken en uygun ifadeyi bulmak için, kelime haznemi sürekli genişletme çabası içinde oldum; okuduklarımdan, duyduklarımdan hafıza arşivime yeni kelimeler taşımaya çalıştım.
(2) Yazmayı düşündüğüm bir konuyu zihnimde kurgularken, yolda beride, otururken, yürürken, velhasıl her fırsatta aynı mânâyı ifade için alternatif cümleler kurup aralarında bir değerlendirme yapma gibi bir alışkanlık edindim.
(3) 80`lerde daktilonun, sonrasında bilgisayarın başına bir yazı yazmak için oturduğumda, aklıma gelen ilk ifade biçimini kullanıp geçivermekten hep uzak durdum. Bilakis zihnimde gezinen cümle seçenekleri içinden meramımı en iyi anlattığını düşündüğüm cümleyi seçmeye çalıştım.
Yazıyı bitirdikten sonra dönüp tekrar çalışmam, bu yeni çalışma esnasında yine yeni kelime ve cümle arayışları içinde olmam da yolun başında edindiğim bu tecrübeyle birebir ilişkiliydi.
Sözün kısası, hiçbir yazar başkalarının göremediği, sadece yazarların görebildiği bir hakikati konuşuyor değil.
Yazarı diğer insanlardan farklı kılan, başkalarının bildiğini bilmesi, başkalarının görmediğini görmesi değil. Bilakis, herkesin değilse de pek çok kişinin görebildiği bir mânâ için en uygun kelimelerin ve en uygun kelime dizilişinin arayışına girmesi. Dolayısıyla, bilgisayar başına oturmadan önce zihninde sürekli seçenekler oluşturduğu gibi, bu ince işçiliği yazma ve redaksiyon aşamasında da sürdürmesi…
Yazarlığın bir sırrı olduğunu sanmıyorum. Ama ille bir sırdan bahsedeceksek, sır budur diyebilirim.